Bu yazıyı yazmadan önce etrafımdaki on kişiye tek tek sordum: “Ezra Pound’u nasıl bilirdin?” On kişiden yedisi, “faşist bilirim,” dedi. Bir şairin öncelikle eserleriyle değil de, politik görüşüyle tanımlanması düşündürücü. Öte yandan dürüst olmak gerekirse, benim de Ezra Pound deyince aklıma gelen ilk üç madde arasında yer alıyordu onun İkinci Dünya Savaşı esnasındaki Yahudi karşıtlığı ve Mussolini’ye verdiği destek.
Kuşkusuz sanatçıyla ilgili bir değerlendirme yaparken öncelikli ölçütümüz ortaya koyduğu eser olmalı. Sanatçının dünya görüşü, politik tutumları ve yaşamı eserlerine yansıyor ise bunu yaşamından yola çıkarak değil de, eserini çözümleyerek ortaya sermek gerekir. Hayat spekülasyona açıktır ne de olsa ama eser somut olarak önümüzde durur. Yaptığım mini anketin ardından bunları düşündüm ve zihnimin bana bir oyun oynadığını, soruyu daha en baştan yanlış kurduğumu fark ettim. Ezra Pound’un şiirini nasıl bilirdiniz, diye sormamıştım ki, şairi nasıl bildiklerini sormuştum. Onlar da Pound’un akıllarında en çok yer etmiş olan özelliğinden söz etmişlerdi. Pound deyince şiirinin değil de politik tutumunun akla gelmesinden kim sorumlu tutulmalıydı peki? Peter Ackroyd’un Ezra Pound ve Dünyası isimli biyografi kitabıyla karşılaşınca en çok bu konudaki yaklaşımını merak ettiğimi belirtmeliyim.
Şematik olmayan bir bakış
Baştan söyleyelim; Peter Ackroyd’un biyografisi, şairin politik tutumu ile eserleri arasında açık ve kesin bağlar kurmuyor. Okurun kestirme yanıtlara ulaşmasının önündeki tüm yolları tıkıyor. Böylece politik görüşü yüzünden şairi yargılayanlar ya da şiirini yücelterek onu aklayanlar şeklinde kolaycı bir sınıflamanın içinde yer alamıyorsunuz. Ackroyd, okurunu insan denen varlığın ne saf akıldan/ideolojiden ne de saf ruhtan/sezgiden oluştuğunu düşünmeye zorluyor. Ezra Pound biyografisi, şairin yaşamı, kişiliği ve sanatı arasındaki ilişkinin karmaşıklığını ortaya koyarak bize şunu söylemiş oluyor. Neden-sonuç ilişkileri insan ruhu ve yaşamı söz konusu olduğunda aklınızdaki şemalara uygun işlemeyebilir. Bir kişi burada şu şiiri yazıp, öteki tarafta hiç umulmadık bir fikrin bayrağını taşıyabilir. Burada karısına eziyet edip, öteki tarafta şaşırtıcı derecede duyarlı dizeler kaleme alabilir. Ackroyd, çelişkileri, zaafları ve tuhaflıklarıyla, Pound’la ilgili yanıtlardan çok soru tohumları atıyor okurun zihnine.
Öte yandan, önümüze birbirine dolanmış bir yumak ip bırakıp kaçmıyor. Aksine, olabildiğince yalın bir biçimde, şairin yaşamı, kişiliği, eserleri ve dünya görüşü arasında gerili duran bağları görünür kılıyor. Ama bu bağların da kesin yargılarla belirlenemeyeceğini hissettiriyor. Ezra Pound’un sanat alanında ve edebiyat çevrelerinde sergilediği davranış biçiminde, gelecekte alacağı politik tutumun izleri olduğunu gösterirken, aynı zamanda bu konuda kesin yargılarda bulunmaktan kaçınıyor, açıklamalar getirmeye çalışmıyor. Çünkü Ackroyd, insanın belli şemalara sıkıştırılamayacağının farkında. Bunda kendisinin de bir roman yazarı olmasının payı mutlaka vardır.
Zaten Ezra Pound’un 84 yıllık yaşamının son 30 yılında savunduğu politik görüşler kitabın esasını oluşturmuyor. Peter Ackroyd, Ezra Pound’un İngiltere edebiyat ve sanat çevrelerinde geçirdiği yılları, ilk şiirlerinin tohumlarının atıldığı koşulları, dahil olduğu imgecilik akımı ve daha sonra liderliğini yaptığı vortisizmin doğuşunu ayrıntılarıyla aktarıyor. Pound’un kişiliğine dair oldukça önemli ipuçları ediniyoruz. Bu kişilik ki, onun İngiliz edebiyat çevrelerinden izole edilmesine ve sonunda Paris’e yerleşmesine neden olacak. Paris’te ise durum bundan pek farklı olmayacak. Malum insan bir kentten ötekine geçerken kendini de beraber götürüyor. Pound’un nereye gitse yaşadığı bu çatışmayı şöyle açıklıyor Ackroyd: “Şair anlaşmazlığa gereksinim duymaktadır ve karşısına çıkan her şey bir dizi yüzleşmeye dönüşmektedir – kendisiyle, çağdaşlarıyla ve ‘sistem’le.”
İlginç olan şu ki, Ezra Pound edebiyat çevrelerinden ne kadar dışlanırsa dışlansın, kendi önemsediği yazar ve şairleri fazlasıyla destekliyor. Öyle ki, zaman zaman onların menajerliğini ya da editörlüğünü yapmaya kadar vardırıyor işi. Bunlar arasında bugün dünya edebiyatında tartışmasız önemli yere sahip James Joyce ve T. S. Eliot gibi isimler de var. Pound, Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nin yayımlanması için olağanüstü bir çaba sarf ediyor. T. S. Eliot’un meşhur şiiri “Çorak Ülke”ye önemli katkılarda bulunuyor.
“Roman tadında” değil
Peter Ackroyd, Pound’un özel yaşamıyla ilgili fazla ayrıntı vermiyor. Oysa edebiyat magazincilerinin hoşuna gidebilecek, kitabın satışını da olumlu yönde etkileyebilecek iç gıcıklayıcı bazı veriler söz konusu. (Gayrimeşru ve bir parça kaderine terk edilmiş bir kız evlat, evlilik hayatına paralel sürdürülen bir aşk ilişkisi gibi.) Peter Ackroyd, her ne kadar bu bilgileri aktarsa da kerterizi kaybetmemeye özen gösteriyor. O kerterizin ise sanatçının eserlerinin ve düşüncelerinin kaynakları ve seyri olduğu çok açık. Öte yandan insandan ve hayattan arındırılmış ansiklopedik bir bilgi yığını da koymuyor önümüze. Panzehir olarak Pound’un karakterine ilişkin temel özellikleri yeterli dozda veriyor.
Elimizdekinin sadece bir biyografi metni değil, aynı zamanda belgesel kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitaptaki fotoğraf ve belgeler Peter Ackroyd’un anlatısını görsellikle kuvvetlendiriyor ve okurun dönemin havasına girmesine yardımcı oluyor. Ezra Pound’un yürüyüşü, konuşması gözümüzde biraz da bu fotoğraflar sayesinde canlanıyor.
Elimizdeki büyük ve kalın bir kitap değil. Az yazı, bol görselle hazırlanmış bir çalışma. Bu yüzden “roman tadında” dedikleri biyografilerden hoşlananlar için bir parça hayal kırıklığı yaratabilir. Ezra Pound hakkında enikonu bilgi veren bir çalışma olmakla birlikte, edebi bir metin okuma arzusunu doyurmakta eksik kalabilir. Yazarının çağımızın önemli romancılarından biri olduğu düşünülürse okurun beklentiyi yükseltmesi ihtimalini gözeterek belirtme gereği duydum.
Görseller: kitaptan
Yeni yorum gönder