Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Fantastik kurguda gerçek korkular



Toplam oy: 1013
Mievielle’in fantastik -yeni- dünyası gerçek -eski- dünyanın kişisel ve sınıfsal sancılarını, sorunlarını barındırırken fantastik edebiyatın sadece bir kaçış edebiyatı olmadığını kanıtlıyor.

China Miéville 1998 yılında yazdığı ilk romanı “Kral Fare” Türkçeye 2010 yılında çevrilmişti.  “Fareli Köyün Kavalcısı” masalından esinlenerek kurguladığı romanda fantastiği çağının ilgi ve korkularıyla birleştiren Mieville,  günümüzde geçen karanlık bir gelecek tasarımı sunmuştu. 2001 yılında Arthur C. Clarke ve Britanya Fantezi ödüllerini kazanan, Hugo, Nebula, Dünya Fantezi, Locus ve Britanya Bilimkurgu ödüllerine aday gösterilen ikinci romanı “Perdido Sokağı İstasyonu”nda türünü biraz değiştirmekle birlikte karamsar bakışını sürdürüyor.



Fantastikle bilimkurgunun, masalla kara ütopyanın, gothikle retro-fütüristiğin  tuhaf bir karışımı diyebileceğimiz “steampunk” türüne giriyor “Perdido Sokağı İstasyonu”.  Adını buhar teknolojisinden alan “steampunk”, elektronik ve bilişim teknolojilerinin gerçekleşmediği; paranoyanın değil belirgin çizgilerle ayrılmış aydınlık/karanlık ve iyi/kötü kutuplaşmalarının hüküm sürdüğü bir dünya tasarlıyor ve bugünün gerçeklerini ya da gerçekleşmesi muhtemel meselelerini o dünya içinde farklı ve çok çarpıcı görünümleriyle sergiliyor.



Kutlukhan Kutlu “steampunk”ın sinemaya yansımalarını incelediği yazısında, bilimkurgunun bir alt türü olarak ortaya çıkan bu epey genç alt-türün, şimdiden kendi alt-türlerine sahip olduğunu söylemiş; “Klasik steampunk”a “Viktoryen steampunk” deniliyor; gelecekte geçene “Gelecekçi steampunk” deniyor; başka bir dünyada geçeneyse “Fantezi steampunk”. Hatta Vahşi Batı’da geçen öyküleri “Western steampunk” olarak tanımlayanlar bile var.”



Bu tanımlamaya göre “Perdido Sokağı İstasyonu” fantezi steampunk sayılmalı. Gelgelelim bir romanı kesin çizgilerle türleştirmekten yana değilim. Zaten Kutlukhan Kutlu da “steampunk” teriminin nihai tanımını yapmanın ve sınırlarını net çizgilerle çizmenin güçlüklerine dikkat çekmiş yazısında; “bu kelime bir janra işaret ettiği gibi, bir estetik eğilime de işaret ediyor. Kalıplaşmış karakterleri ve olay örgüleriyle bilimkurgunun içinde kendi özel kulvarına sahip bir tür olduğu kadar, her janrın içine girip çıkabilen bir doku da aynı zamanda. Dolayısıyla küçük ama hayli hararetli bir kitle olan steampunk hayranlarının “en beğenilenler” listelerinde bir polisiyeye de, bir korku öyküsüne de, bir aşk öyküsüne de rastlayabilirsiniz.”



Buna ilaveten, her romanını farklı bir türde yazmayı amaçlayan Mieville gibi bir yazarı kategorize etmenin hiç kolay olmadığını da unutmayalım. “Perdido Street Station”(2000), “The Scar” (2002), “Iron Council” (2004), “Un Lun Dun” (2007), “The City & the City” (2009) romanlarında bilim kurgu, fantastik kurgu, western, macera ve polisiye kalıplarını kullanan Chine Mieville, maddi gerçekliğin içine masallardan, düşlerden, şehir efsanelerinden esinlenmiş gerçeküstü öğeleri yerleştirerek fantastik bir dünya kurarken, yaptığı işe -Lovercraft gibi ustaların izinde giderek- “tuhaf kurgu” (“weird fiction”) adını veriyor.


 

Tuhaf Bir Dünya



Kurgusu tuhaf, yarattığı dünya da öyle. “Perdido Sokağı İstasyonu”nda dünyaya benzeyen ama evrendeki koordinatları bilinmeyen bir yerdeyiz. Bu dünyanın merkezi Yeni Crobuzon adlı karanlık, kaotik ve kriminal bir kent. Çeşitli ırkların, türlerin, ırk ve türlerden  melezlenmiş canlıların bir arada yaşadığı, bilimle sihirin birbirinden ayrılmadığı, rasyonel aklın hüküm sürmediği ama iktidarın bir avuç zorbanın elinde olduğu ürkütücü bir atmosfer hakim. Bu atmosferi biraz uzun bir alıntı ile aktarmak istiyorum;



“Hava gemileri, bir buluttan diğerine süzüle süzüle gökyüzünde geziniyordu. Tıpkı, lahana yapraklarında gezinen salyangozlar gibi. Milisleri taşıyan vagonlar, hızla şehrin göbeğinden geçerek ılış mahallelere akıyor, bu vagonları taşıyan halatlar, yerden onlar-ı'a metre yukarıda, gitar telleri gibi, havada tıngırdayıp titreşiyordu. Canavarsuratlar, gökyüzünden aşağı dışkılarını bırakıp küfürler savurarak, şehrin üzerinde dört dönüyordu. Kargalar, şahinler, serçeler, kafeslerinden kaçmış muhabbet kuşları, havada uçuşan Güvercinlere katılmıştı. Uçan karıncalar, yaban arıları, bal arıları, kurt sinekleri, kelebekler ve sivrisinekler, binlerce saldırgana, kanatlarına çarpan bu Aspis Ejderhalarına, Dheri Canavarlarına karşı, gökyüzünde savaş veriyordu. Sarhoş öğrencilerin yaptığı çamurdan adamlar, deriden, kâğıt ve meyve kabuklarından kanat-Iarıyla gökyüzünde yalpalıyor, uçarken parçalanıyorlardı. Binlerce insanı, eşyalarıyla birlikte, Yeni Crobuzon şehrinde oradan oraya taşıyan trenler bile, evlerin üzerinden geçiyordu, sanki bu kokuşmuş yapılardan korkuyorlardı. Yeni Crobuzon, koca cüssesiyle, dimdik gökyüzüne yükseliyor, şehrin batısında göz alabildiğine uzanan ulu dağlara özeniyordu. On, yirmi, otuz katlı dörtgen konut dilimleri ufuk çizgisini ke-siyordu. Bu binalar, şişko parmaklar, yumruklar, yapay organlar gibi, alçakta kalan evlerin üzerinde, öfkeyle göğe yükseliyordu. Şehri oluşturan tonlarca beton ve asfalt, eski çağlardan kalan coğrafyanın, hâlâ görülebilen tepelerin, tümseklerin, sınırların ve iniş çıkışların üzerini örtmüştü. Vaudois, Üstyaka, Bayrak ve St. labber tepelerinin yamaçları, dağlardan düşen kaya parçalarını andıran gecekondularla dolmuştu.”



İşte bu kentte yaşıyor kahramanlarımız; İsaac ve Lin birbirine tutkuyla bağlı iki sevgili. İsaac üniversiteden ayrılmış ama çok parlak bir araştırmacı. Lin ise bir sanatçı. Ne var ki Isaac insan, Lin ise böcek soyundan geliyor.  Hikayenin belki de en çarpıcı yanı farklı türler arasındaki aşk ve cinselliği ayrıntılarla, erotik sahnelerin tasviriyle, inandırıcı biçimde tarif edebilmesi. 



Bu aşkı gerilimli bir macerayla birleştiriyor Mieville. Uçuş kabiliyetini kazanmak için çölden gelip İsaac’ı bulan bir Garuda, tekraryapım ürünü yaratıklar, bir deneyin canavarlaşan ürünleri, iktidarın dehçet saçan milisleri, çeteler ve greve giden işçiler... Yeni Coruzon gecelerinde, izbe sokaklarında dehşet verici sahnelerle süren baş döndürücü hikaye... Büyük hesaplaşma, Perdido Sokağı İstasyonu binasının karmaşık, devasa kubbeleri altında yaşanacaktır...



Yeni Coruzon ya da Eski Dünya


Marksist bir yazar Mieville. Edebiyata, fantastik romana bakışında, politika ve edebiyat arasındaki ilişki üzerine yazdıklarında Marksist bir tavır alışın izleri var. Ancak ne “Kral Fare” ne de  “Perdido Sokağı İstasyonu” indirgemeci bir eğilimin ürünü. Fantastik edebiyatla büyüyen bir kuşaktan gelmiş, fantastik edebiyatı seven genç bir yazarın çağının sorunlarını ele alış tarzı kuşkusuz alışılageldik biçimlerden farklı olmuş. Ne var ki anlatılan hikaye, hikayedeki simgeler, farklı türler, aslında her ayrıntı günümüz metropollerinde karşılaştığımız görüntülere karşılık geliyor. Mesela Yeni Coruzon’daki insandan başlayarak aşağıya doğru inen türsel hiyerarşi, dünyanın her köşesinden gelen göçmenlerin yaşadığı Londra gibi kentlerdeki hayatın karanlık bir imgesi.



Fantastik öğelerin kullanılması romanın tarihi kadar eski olmakla birlikte Fantastik Kurgu dediğimiz tür, bütün roman türleri arasında en yenilerden biri. Ama burada “fantastik” kelimesini gerçeküstü öğeler ya da hayal ürünü hikayeler içeren romanları işaret etmek için kullanmıyoruz. Bu yeni türün ilk ayırd edici özelliği zaman ve mekandan kopuştur. Bambaşka bir evrenin başlangıç koordinatları bilinmeyen bir zamanına gönderilir okuyucu. Yazar verili dünyadan olabildiğince uzaklaşır; gerçek dünyaya fantastik öğeler katmak yerine, tamamen hayal gücüne dayanan bir dünyaya göç eder. Aklınıza gelebilecek her şeyiyle; mitolojisi, coğrafyası, tarihi, ırkları ile, yani her detayıyla yazara ait yeni bir dünyadır bu. İçinde yaşadığımız gerçeklikle kurulan yegane bağ dil aracılığıyladır. Ancak türün ustaları burada bile kendi terminolojilerini, kendi kelimelerini, dillerini kurmaya, dilin taşıdığı önsel anlamlardan, hatıralardan, ideolojik yüklemelerden olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Yeni bir dünya tasarlarken içinde yaşadığımız dünyadan büsbütün kopmak mümkün olmaz elbette. Bu dünyanın değerleri başka dünyalarda yeniden tesis edilirken murad edilen insanlık adına genel doğruları bulup çıkartmaktır.



Tolkien, Guin, Mievielle gibi yazarlar bize dayatılan gerçekleriyle bu dünyadan hareket eder, bu dünyayı yadsımak, akıl dışılığını ortaya koymak, arzuladığı başka bir dünyanın tohumlarını saçabilmek arzusuyla fantastik bir başka dünya yaratırlar. En çıplak, en acımasız halleriyle bu dünyanın gerçeklerinden beslenirler. Sıradanlaşmış, görünmezlik kazanmış, mutlaklaşmış bu gerçekleri, en başta adaletsizliği teşhir edeceklerdir. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin tek başlarına daha güzel, daha insanca daha huzurlu bir dünya yaratmaya yetmeyeceğinin,  ekonomik ya da bilimsel “ilerlemelerin” zorunlu olarak kültürel ya da siyasal özgürlük anlamına gelmeyeceğinin farkındalığıyla bütün görünümleriyle iktidar mekanizmalarını, onlara iktidarlarını veren ideolojileri hedef alırlar. O mekanizmanın çarkları arasında ezilen kadınlardan, çocuklardan, yaratıklaşmış halleriyle yabancılardan yurtsuzlardan, mülksüzlerden yanadır tavırları.



“Perdido Sokağı İstasyonu”nda metropol korkularını, nihilizmin şiddetini, yalnızlığı ve umutsuzluğu anlatırken fantastik bir kurguyu tercih etmekle birlikte, roman sanatının ustalarından farklı bir tutum sergilemiyor. Mievielle’nin hayali kenti, Hugo’nun Paris’inden ya da Dickens’in Londra’sından hiç de farklı değil. Mievielle’in fantastik -yeni- dünyası gerçek -eski- dünyanın kişisel ve sınıfsal sancılarını, sorunlarını barındırırken fantastik edebiyatın sadece bir kaçış edebiyatı olmadığını kanıtlıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.