"Biz kendimizi, kendi köyümüz dışındaki her yerde rahat sayan huzursuz insanlarız.” Cesare Pavese.
Bütün işi; gezmek, gözlemlemek ve etrafındaki olaylara olabildiğince yüzeysel yaklaşmak olan bir gezginin var olması ihtimali imkansıza yakındır, bilinen tanımlamalar içerisinde. Salt özgürlüğe doğru gidebilmenin yolunu trenlerde gören Tezer Özlü dahi o meşhur Avrupa otostop turuna çıkarken bu tanımlamaların dışında kendine bir yerler arıyordu. Coğrafyamızın elverişliliğine rağmen sistemin elverişsizliğinden dolayı kendi ülkesini dahi pek fazla gezemeyen bireyler ve toplum olarak, biz bir şeylere anlam verebilmek için önce onların içinde ve dışında gezmeyi beceremeyen insanlarız. "Gitmek" olarak ifade edilen kavramın, sadece gezip görmek olarak algılanması bir tesadüf değildir. Aksine büyük bir hatadır ve artık değiştirilemeyecektir. Süregiden yaşamın içinde kendi hayatını nereye koyacağını bilemeyenler için gezinti, varoluş çabasından başka bir şey değildir. Bu var olma çabası, yaşamın gün aşırı gittiği yöne, sorgulamaların eşiğine doğru varsa da yanına bir yoldaş edinemeyen gezgin, hiçbir gezintisinin sonuda mutlu olmayı başaramayacaktır.
1878 doğumlu İsviçreli yazar Robert Walser, Can Yayınları tarafından basılan ikinci kitabı Gezinti ile* kendini ve dünyanın ona gösterdiklerini anlamak için iç dünyasında bir gezintiye çıkması gerekliliğini farketmiş ve bunun için de edebi çevrelerce kabul gören bir yazın türünden uzak durup, kendi "küçük düzyazı" dünyasını adımlamaya başlamıştır. Hayatının büyük bir bölümünü akıl hastanelerinin metruk odalarında yalnız geçiren yazar, şizofreni(!) ile beslediği düşünce dünyasını satırlara aktarmakta pek de güçlük çekmemiştir. Yaşamından büyük kesintiler sunduğu bu kitabında da zaten bir delinin ağzından "nasıl akıllı olunur" gibi bir çözümlemeyi anlatmaya çalışması bir tür oksimoron gibi gözükse de detaylandırıldığında neden böyle bir çaba içine girildiği açıkça görülebilir. Yazarın hayatından bahsetmemek bu noktada imkansız görünüyor zira kendi yazın türünü geliştirmiş birisi olarak Walser'ın, kendine özgü bir yaşam stili yaratma isteği de hiç geç kalmadan belirginleşmiştir. Pek de fakir olmayan bir ailede büyüyen yazar, "büyüdüğünü" hissedene dek çalışmamış daha sonra ise hayatta kalmasını sağlayacak ne iş varsa yapmıştır. Hayatı boyunca bankacılıktan uşaklığa kadar birçok meslekte boy göstermiş olmaktan ve hiçbir mesleğinin de saklanacak bir tarafı olmadığından kitapta alenen bahsetmese de yaptığı çözümlemelerden ve kaleme aldığı gözlemlerinden "çalışmanın ve üretmenin" kutsallığı akmaktadır fakat bu bir tür gözü kapalı tespitten çok sistemin, çarklarının arasında ezmeye çalıştığı bireylerin öz yaşam öyküsü ile ilişik ilerlemektedir. Daha önce bahsettiğim buhran hali -doktorlar bir tür şizofreni dese bile- Walser'ı yazmaktan vazgeçirmemiş ve toplumsal olaylara bakış açısını günaşırı geliştirmesine bir bakıma neden olmuştur. Bu gelişim sırasında kaleme aldıkları edebiyat çevrelerince kabul görse dahi bunları önemsemeyen yazar bir tür paradoks ile yazmaya devam etmiştir.
Yazın dünyası tarihsel süreçte birçok kez konjonktürel sapmalara uğramıştır. Başka bir deyişle birisi gelip bir şeyleri değiştirmek ya da her şeyi reddedip “kendine özgü olanı” yaratma çabasına girişmiştir. Tam da bahis olunduğu gibi Walser bilinen ve ‘kabul edilmesi zorunlu’ edebi normlara karşı çıkmış bir yazardır. Öyle ki edebi sınırları ve kuralları belirli olan bir öykücülük yapmaktansa, okurun da öyküye dahil olacağı, olması gerektiği öğeler yaratmış ve bahsini ettiğimiz o küçük düzyazılarında okurun sürece ortak olması için elinden geleni yapmıştır. "Öyle değil mi sevgili okur?", "Siz de benim gibi mi düşünüyorsunuz?", "Ben burada bir sorun görmüyorum, peki ya siz?" türevinde soruları araya sıkıştırmasının yanında, öykücülüğünü okuruyla sohbet edermiş havasında gerçekleştirmek adına kendi üslubundan bilinçli olarak ödün vermiştir. Bazı noktalarda işi absürtleştirdiği söylenebilir fakat okurla öylesine iç içe geçmiş olmak istiyor ki öykünün içinde var olan kurgu hatalarından ötürü kendi kendini okura gammazlayıp, bu durumdan ötürü özür dilemekten ve okurdan kendisini affetmesini istememekten de garip bir şekilde gurur duyabilmektedir.
Yazarın hayatından bahsetmemek bu noktada imkansız görünüyor zira kendi yazın türünü geliştirmiş birisi olarak Walser'ın, kendine özgü bir yaşam stili yaratma isteği de hiç geç kalmadan belirginleşmiştir. Pek de fakir olmayan bir ailede büyüyen yazar, "büyüdüğünü" hissedene dek çalışmamış daha sonra ise hayatta kalmasını sağlayacak ne iş varsa yapmıştır.
Bütün bunlara karşılık okurundan beklediği bir şeylerin olması onu kendi okuyucu kitlesini seçmek/belirlemek istediğinin de kanıtıdır ve okuru sayfalar sürecek cümlelere de hazır olmalıdır zira sayfalarca anlatıya başvurduğu bazı öykülerinin tek cümleden oluştuğu hissine kapılmamak pek mümkün görününmeyebiliyor. Ayrıca Walser'ın "ve" bağlacı ile de ciddi bir sorunu var. Aynı cümlede yinelenen on kadar bağlaç gördüğünüzde/okuduğunuzda bu durumu garipsememeniz gerekebilir zira gözlem yeteneğini detaycılığıyla da örtüştürdüğü için çok fazla benzetme ve yansıma sözcüğe başvurması onu bağlaç kullanmak adına teşvik eder niteliktedir. Bahsettiğim bu belirgin özelliklerin en yoğun hissedildiği öykü ise kitaba adını veren ve ayrıca kitaptaki en uzun öykü olan Gezinti'dir. Basit bir gezinti ne denli karmaşıklaşabilir de hayatın kendisine doğru evrilir, sorusuna yanıt arayan tedirgin, şüpheci ve hiçbir şeyden emin olamayan, (ç)aylak bir yazarın öyküsü için, belki de sadece ve sırf bunun için Walser'ın ruhunu yadetmek gerektiği su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yazma sanatına dair ince atıflarda da bulunan yazar, kendi iç dünyasında çıktığı gezintide yazarlara dair yorumlarını da kendisi üzerinden dile getirmiştir. Gezinti'de dile getirdiği çözümlemeler bu türden bir ifade edişi örneklendiriyor;
"Yazarlar da çoğu zaman, tıpkı generaller gibi, saldırıya geçmeye ve muharebeye girmeye kalkışmadan önce çok uzun hazırlıklar gerçekleştiriyorlar ya da başka bir ifadeyle, bir ürünü veya bir kitabı, kitap piyasasına fırlatmadan önce, ki bu da bir meydan okuma olarak anlaşılıyor ve zaman zaman çok şiddetli karşı saldırıları harekete geçiriyor. Kitaplar tartışmalara yol açıyor ve bunlar bazen öylesine hiddet dolu oluyor ki, kitap can çekişmekten, yazarsa umutsuzluğa kapılmaktan kurtulamıyor!"
"Şimdi orman sapağından tekrar anayola döndüm yani ve o anda bir ses-
Ama dur! Kısa bir dinlenme arası. İşlerini bilen yazarlar bu arayı olabildiğince sakin geçirirler. Zaman zaman kalemlerini azıcık bir kenara bırakırlar. Aralıksız yazmak, kazmak gibi yorar insanı"
Farkedilebileceği üzere Walser esaslı bir okur-yazar ilişkisinin yanında, esaslı bir de yazar-yazar ilişkisi yaratma çabasına sıkı sıkıya bağlı bir öykücü olmak için elinden geleni yapmaktadır. Kitapta yer alan bütün öykülerde olmasa dahi -kitapta 22 öykü bulunuyor- genel olarak yazdığı her şeye bir şekilde kendi hesaplaşmasından doğan sorgulamalarını ve çıkarımlarını iliştirmiştir. Bunu yaparken de nazik, asil, görgülü ve narsizmden uzak bir hava takınarak, yapıcı olmanın yollarını aramıştır. Her ne kadar Nietzsche'ye ve onun "doğru" öğretilerine selam gönderse de sanırım Nietzsche'nin narsizm dolu gerçekliğini es geçerek, kendi doğruculuğunu yaratmıştır. Kalemini usta bir ressam edasıyla kullanan yazar, kitabın arka kapağında Herman Hesse'nin kendisi için söylediklerine yaraşır bir övgüyü haketmenin haklı gurunu taşımakta ve tam da Hesse'nin dediği gibi "Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu" övgüsünün gölgesinde kalmayacak bir öykücülük örneği sunmaktadır. Kitap zaten başlı başına bir öykücülük fırtınası halinde süren ve öykünün yalnızca kendinden ibaret olmadığı, yaratılan metaforların da belirleyici olduğu sanki yaşayan bir organizmaymıçasına şekillenmektedir. Ayrıca burada bir şeyi şiddetle belirtmek istiyorum ki o da şudur; Dickens adlı öyküsünde, Charles Dickens'a olan hayranlığını ve/veya eleştirel bakışını da öylesine ciddi ve olumlu kaleme almış ki bir bakıma Hesse'nin kendisi için söylediklerinin on ya da yüz katını bütün bir öyküyü Dickens'a atfederek onu onore etmiştir. Bu davranışın bir tür yergi olduğundan da söz edilebilir ancak algı konusunda farklı düşünmeyen insanlar bu durumu anlayabilecektir.
Okurunu önemseyen -çok fazla önemseyen- bu yazarın kendi yazdıkları için aldığı edebiyatçı övgüleri onun için pek önemli olmasa da kararlı öykücülüğünün keşfedilmesi gerekmektedir. Hiçbir şekilde tam olarak kendisini tariflemese ve kesin kıstaslar ile belirtmese de bir bakıma kendi öyküsünü anlattığı öyküler ile Walser'ı tanımak, okur için büyük bir şans olarak görülmelidir, en azından Walser yaşasaydı, okurundan bunu şiddetle ister ve bu ısrarı için emin olun özür dahi dileyeyebilirdi. Onu ve onun öyküsünü yalnız bırakmamanız için bu kitabı, en azından bir 'öteki' dünyalar gezginini anlamak için keşfetmelisiniz ve yine emin olun, Walser bunun için de size bir rica ve özür buketi sunabilirdi ve kendi iç dünyası ile diğer insanların dış dünyası arasında sıkışmış bir yazarın, bu iki dünya arasındaki gezintisine eşlik etmek için çok fazla geç kalmamalısınız.
* Can Yayınları'ndan çıkan diğer kitabı ilk kitabı Tanner Kardeşler'dir.
Yeni yorum gönder