Elimde bir öykü derlemesi var, Emily’ye Bir Gül. William Faulkner’ın “Emily’ye Bir Gül”, “Ambar Kundakçısı”, “Kırmızı Yapraklar”, “Carcassone” ve “O Akşam Güneşi” gibi önemli öyküleri yer alıyor içinde. Derleme, Faulkner’ın romancılığına oranla gölgede kalan öykücü yanını ortaya çıkarması açısından kıymetli.
William Faulkner’ı romancı olarak biliriz. Ses ve Öfke, Döşeğimde Ölürken, Ağustos Işığı gibi benzersiz romanlarını okumuş olmak yeter bunun için. Halbuki Faulkner aynı zamanda öykücü ve şairdir. Gerçi okuduğum birkaç şiiri, şiir konusunda ısrarcı olmamasının gayet isabetli bir karar olduğunu düşündürmedi değil ama öyküleri için aynısını söyleyemem. Şu sözünü buraya iliştirirsem onun öykücülüğünü niçin önemsememiz gerektiğini daha iyi anlarız: “Ara sıra kendinizden utanmadıkça, dürüst değilsiniz demektir. İtiraf edeyim, ben başarısız bir şairdim. Zaten her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını anlayınca şiirden sonraki en meşakkatli tür olan öyküyü dener. Onda da başarısız olursa, romana geçer.”
Anlayacağınız, en az Faulkner romanları kadar sağlam öykülerden bahsediyoruz. Şahsen, yayınlanmış ilk öyküsü olan ve elimdeki derlemeye adını veren ve bugüne dek sayısız şarkıya, resme hatta başka romanlara ilham olmuş “Emily’ye Bir Gül”ü bilhassa seviyorum. Faulkner’ın yarattığı düşsel Yoknapatawpha County’nin henüz adı bile geçmiyor ama romanlarında sürekli karşımıza çıkan bu bölgenin ilk provaları belli ki bu öyküde yapılmış. Olaylar, Amerikan İç Savaşı sonrasında geçiyor. Güney yenilmiş, köleliğin ortadan kalkmasıyla birlikte büyük çiftlikler yok olmaya yüz tutmuş.
Tortunun yükselişini okuyoruz
Öyküye adını veren Bayan Emily Grierson, eski düzenin geride kalan son temsilcisi olarak çıkıyor karşımıza. Endüstriyel üretimin, makineleşmenin yavaş yavaş diğer alanlara sızarak sonunda her yeri işgal ettiği yeni bir ülke düzeninde varlığını inatla, kararlılıkla sürdürüyor. Yanında kalan tek kişi, bir zamanlar kölesi olduğu anlaşılan siyah bir uşak. Faulkner’ın usta işi anlatımından, bazı siyahlar için yeni düzenin pek istenir bir şey olmadığını, onların da bu yeni düzende sudan çıkmış balığa döndüklerini, bu yüzden de eski “sahiplerine” bir tür bağlılık hissettiklerini sezebiliyoruz.
Faulkner öyküyü örtük de olsa birinci çoğul şahıs dilinden yazmış, bu da okurda daha ilk satırlardan itibaren anlatıcının belirli bir topluluğun parçası olduğu ve o topluluğun adına konuştuğu yahut doğrudan o topluluğun kendisi, mesela kasaba halkı olduğu izlenimi uyandırıyor. Olay örgüsü gene gayet Faulknervâri bir biçimde sık sık sapıyor kronolojiden. Bu da anlatıcının, izlenimlerini ve tanıklıklarını bilinçakışı tekniğine uygun olarak, yani olduğu değil, aklına geldiği, hatırladığı sırayla aktardığını düşündürüyor. (Tabii bu durumda anlatıcının güvenirliği adamakıllı meçhul hale geliyor. Doğru hatırlamıyor da olabilir, düpedüz yalan söylüyor da olabilir. Bu tip anlatılarda hep merak edilen şey, yani bütün bunların kime anlatıldığı kısmı iyice belirsiz. Anlatıcı konuşuyor mu, yazıyor mu, kelimeler kendi zihninde mi yankılanıyor, kestiremiyoruz. Bende uyanan his şu: Yıllarca süren bir dedikodu silsilesinden geriye kalan tortuyu ve o tortunun beklenmedik bir olayla birlikte irkiltici bir şekilde yeniden dalgalanışını, yükselişini okuyoruz.
Faulkner’ın cansız nesneleri anlatırken onlara karakter atfetmesi, kişileştirmesi öyküdeki en çarpıcı ayrıntılardan. Tamirhaneler ve çırçır makinelerinin bir tür endüstriyel ordu gibi gelişini anlatırken, sanki onları insanlar idare etmiyormuş gibi, “sınırları sinsice açarak kasabaya girdiklerini ve kasabanın en muteber isimlerini silip süpürdüklerini” söylemesi bir örnek. Bayan Emily’nin “çırçır makineleriyle benzin pompalarının tam ortasında inatçı ve işveli bir çürümeyle yükselen evinden” söz etmesi de...
Siyah giyinen kadının imgeleri
Öykü, metaforlardan beslenerek gelişiyor. Gölge ve toz metaforu mesela. Gölge, evlerin içinde saklanan sırlara, toz ise zenginliğin, gücün elden gitmesine, çürümeye, ölüme işaret ediyor. Renkleri, metal türevlerini de birer metafor olarak kullanıyor Faulkner. Bayan Emily’nin zinciri, bastonunun topuzu, salondaki şövalenin yaldızı hep altın ama eskidikleri için pırıltılarını yitirmiş, donuklaşmışlar. Bayan Emily’nin demir grisi saçları da zihnimize çakılıyor. Faulkner, yaşlanmış, saçları apak olmuş bu kadını anlatırken başka kelimeler de seçebilirdi ama herhalde hiçbiri Bayan Emily’nin “Eğer ben bir şey istemişsem o mutlaka olur,” diyen karakterini “demir grisi” imgesinden daha iyi anlatamazdı. Hep siyah kıyafetler giyen karakterimiz, ailesini, gücünü, zenginliğini kaybetmenin değil sadece, yalnız kalmanın, sevilmemenin ve daha kim bilir nelerin de yasını tutuyor.
Ölüm temasının birçok farklı açılımını içeriyor öykü. Güney’in ölümü, büyük çiftlik sahiplerinin ölümü, kibrin ölümü, sevincin ölümü, aşkın ve tutkunun ölümü, deliliğe yapılan vurgu göz önünde bulundurulursa, aklın ölümü... Bitmeyen bir düğünü ve hep ertelenmiş bir cenazeyi okuyoruz aslında. Başından beri hissettiğimiz o ürperten şey, yani “damadın” düğün gecesi ölmesi ve bunun “gelinin” elinden olması finalde yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.
İçinde on yedi öykü bulunan Emily’ye Bir Gül, çağdaş romanın belki de en büyük temsilcisinden bir nevi öykü yazım dersi olarak da okunmalı.
Yeni yorum gönder