Bülent Diken ile Carsten B. Laustsen’in, Metis Yayınları tarafından kitaplaştırılan çalışması Filmlerle Sosyoloji, kitabın önsözünde Zizek’in de belirttiği üzere, “filmlerin asla ‘sadece film’ ya da bizleri eğlendirmeyi amaçlayan hafif kurgular olmadığını” nitelikli film analizleriyle doğrular. Lancaster Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Diken ile Aarhus Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri veren Laustsen’in ortak çalışmaları olan bu kitap, Sona Ertekin’in yalın/temiz çevirisiyle Türkçeleştirilmiştir. Kitapta sırasıyla, Hamam, Sineklerin Tanrısı, Tanrı Kent, Dövüş Kulübü, Brazil, Hayat Güzeldir filmleri altı farklı başlık altında incelenir.
Zizek kitabın önsözünü; “Filmler yalan söylerken bile toplumsal yapımızın canevindeki yalanı anlatırlar. Bu nedenle de bu kitabı yalnızca filmlerin toplumsal gerçeği nasıl yansıttığı ya da meşrulaştırdığıyla ilgilenenler değil, toplumlarımızın nasıl olup da kendilerini ancak filmler aracılığıyla yeniden ürettiği hakkında fikir sahibi olmak isteyenler de okumalı.” diyerek sonlandırır. Zizek’in önsözündeki bu önerinin kökeni, kitabın yazarlarının giriş yazısında da odaktadır. Araştırmacılar, neden film okuması yaptıklarını anlatırken Zizek’in bu fikri etrafında dolanırlar ve “sinema gerçekliğin kendisinden ziyade yalnızca belli belirsiz bir temsili değil midir?” diye sorarlar. Giriş yazısında bunun gibi sorulara yanıt aranır ya da ortaya konan yanıtlar tartışılır: “Diyalektik açıdan bakarsak, sinema hayattır ve hayat da sinemadır, ikisi de birbirinin hakikatini anlatır.”
Mesele temsil, gerçeklik, kurmaca, yansıma, yanılsama etrafında dönerken elbette Platon’un mağarası başta olmak üzere pek çok kaynağa/kavrama gönderme yapılır. Giriş yazısında gönderme yapılan isimlerden biri, eserlerinin Türkçe çevirileri sayesinde sıklıkla başvurulur hale gelen Baudrillard’dır. Yazarlar, Zizek’in önsözünde işaretlerini veren bu tartışma/soruşturmayı yürütürken Baudrillard’dan da bir paragraf alıntılarlar. Paragraf, okurun kafasını toparlaması açısından manalıdır ve bu paragrafta yazar –kabaca özetlersek-, sinemanın gerçekliğin içine girmiş durumda olduğunu söyler: “ Gerçeklik sinemanın, sinema da gerçekliğin avuçlarında kayboluyor.”
Diken ile Laustsen’in meramına dönecek olursak; onlar yukarıdaki fikirler çevresinde şekillenen giriş yazısında, filmlerin sosyolojik okumalarını/tartışmalarını yapmalarının nedenlerini ve niyetlerini ortaya koyarlar: “Biz bu kitapta sosyoloji ile sinema arasındaki yüzeyde iz sürerek ikisi arasında bir titreşim bulmaya çalışıyor, sosyolojik kavramlar ile sinematografik imgeler arasında gidip geliyoruz. (...) Sosyolojik bilgileri sinemaya uygulamıyoruz, sinemayı sosyolojik amaçlar için kullanarak sosyoloji yapıyoruz.”
Tabii bu çalışmanın yalnızca sinemacıları ya da sosyologları ilgilendirdiği gibi bir düşüncenin yanlışlığı kadar, bu kitapta analizi yapılan filmleri izlemiş olmak gerektiği fikrine kapılmak da yanlıştır. Öyle ki yazarlar, filmin derinlemesine analizini yapmadan kısaca konusuna değinirler. Ayrıca film üzerine tartışma yürütürken de çok yumuşak geçişlerle filmin konusuna, filmden sahnelere ve alıntılara dönerek filmi izlememiş olanlara da sürekli kapı açarlar.
Aslında giriş bölümünde ziyadesiyle üzerinde durulan, bu nedenle de kitabın çıkış noktası olduğu düşünülen, “gerçeklik ile kurmaca, sinema ile toplumsal teori arasındaki ilişki” film analizlerinin yapıldığı diğer bölümlerde de ele alınır. Zaten yazarlar baştan duyururlar: “Bu kitap en azından üç farklı şekilde okunabilir.” Bu üç farklı şekli de şöyle açıklarlar: “toplumsal teori yaparken filmleri analiz etme yolunda bir çaba olarak, toplumsal teori kapsamındaki bir dizi önemli alan ve kavramla bir yüzleşme olarak, filmlerin analiz araçları olarak kullanıldığı bir sosyal teşhis girişimi olarak.”
Okur kitabın bu üç farklı okuma şekline imkan tanıdığını onaylayacaktır. Çünkü gerçekten de bu film analizleri, bir dizi önemli alan ve kavramla bir daha ve yeniden yüzleşmemizi sağlar. Film analizlerini okuduğumuzda bunları örneklendirmemiz daha kolay olur. Yazarlar daha açılış sekansından itibaren filmleri kavramlarla değerlendirmeye ve bizi de bu kurmacaların içindeki gerçeklikle yüzleştirmeye başlarlar. Sözgelimi, kitapta analizi yapılan altı filmden biri olan Tanrı Kent’in ilk sahnesindeki ortamı karnavalesk olarak değerlendirmek pek çok izleyicinin aklına şüphesiz gelemeyecektir. Gerçekten de bu ilk sahne, izleyenlerin pek çok çoğunun unutamayacağı cümbüşlü, hengameli bir sahnedir ve Diken’le Laustsen’in bu sahneye yakışan yorumuyla söylersek “karnavalesk”tir: “ Tanrı Kent filmi karnavalesk bir hava içinde açılır, samba müzik eşliğinde kamera görüntüden görüntüye geçer; bıçaklar bilenir, tavuklar boğazlanıp kızartılır, muazzam miktarlarda esrar ve kokain tüketilir… Sonra ansızın tavuğun biri bu ‘pati’den kaçmayı başarır. ”
Burada, “karnavelesk” Tanrı Kent filminin analizinin başlangıcında tanıştığımız ya da yeniden gördüğümüz, Bakhtin’den ödünç alınmış bir kavramdır. Ancak filmlerin analizinde bundan ötesi ve çok daha fazlası vardır. Okuyucu, kitap üzerinde düşünürken buradaki analizler vesilesiyle yüzleştiklerinin, karşılaştıklarının yanında bunlarla bağlantılı başka kavramlara ve alanlara da uzanır. Sözgelimi, Tanrı Kent filmin analizi derinleştiğinde kitap bizi farklı düşünürlerin farklı kavramlarına ve toplumsal teorinin farklı alanlarına bırakır. “Kanun ile kanunsuzluk arasındaki sınırların değişken olduğu” Tanrı Kent’i, ünlü siyaset felsefecisi Agamben’in kamp, kutsal insan, dışarı/içeri, olağanüstü hal vb. kavramlarıyla izlememize vesile olur. Agamben’in adı bu makalede açıktan anılmakta ve onun metinlerine göndermeler yapılmaktadır. Okur Agamben ve onun kavramları üzerinden, -Deleuze, Benjamin, Lacan, Zizek vb.- daha pek çok düşünürle ve alanla yüzleşecektir.
Bu durum diğer filmlerin incelendiği tüm metinler için geçerlidir. Metinler okuru, modern siyaset bilimi kuramının kökenlerine götürecek kadar düşündürücü ve derinliklidir. Dolayısıyla, farklı kaynaklarla tanışmamıza ve bildik/klasik/temel metinleri yeniden karıştırmamıza vesile olan Filmlerle Sosyoloji, okuyanı düşündüren, zorlu ve kesinlikle arşivlik bir kitaptır.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
test
Yeni yorum gönder