Bu gezegenin daha fazla başarılı insana ihtiyacı yok. Daha fazla hikaye anlatıcısına ihtiyacı var. David W. Orr’un Earth in Mind adlı kitabında geçiyor bu fikir. Bir süredir üzerine düşündüğüm bir şey bu. Kazanmanın bunca yüceltildiği, başarma yolunda “her şeyin” mubah sayıldığı bir dünyada, başarmaktan vazgeçsek nasıl olur; alkışlanmayı istemekten, çok satmaktan, birilerini etkilemeye çalışmaktan... Konumuz elbette edebiyat ve hal böyle olunca sorular başka yönlerde uçuşmaya devam ediyor: “Başarılı yazar” kimdir? Bir yazarın “başarılı” olması gerekir mi? Yazı gibi insanın içinden bir öksürük gibi engellenemez şekilde dışarı atılan bir şeyi rasyonel ve objektif akılla ölçüp tartabilir miyiz? Çok satan mı başarılıdır, çok uzun satan mı, yoksa bu at yarışında kendisi kalabilen mi?
Sezgin Kaymaz’la geç tanıştım. Ve galiba bu konuda yalnız değilim. Bunun sebebi benim yeterince meraklı bir okur olmayışım olabilir, okumak lazım gelen kitaplar kulesi hızla arşa yükselirken “kısmet bugüneymiş” deyip de çıkabilirim işin içinden. Ama onun mütevazı okur kitlesine geç katılışımız biraz da şundan: O bir “çığırtkan” değil. Sadece yazıyor. Durmaksızın hikayeler anlatıyor. Birbirinden lezzetli hikayeler. Okyanusların dip akıntıları gibi. Çoğu çağdaşı yüzeyde dalgalarla boğuşurken o derinde sakince yazmaya devam ediyor. Türk edebiyatında “Ankara’dan yazmak” diye bir şey varsa -ki bunun fazlasıyla kaba saba bir çıkarım olduğunu kabul ediyorum- Kaymaz tam da bunu yapıyor. Dışarıda kopan fırtına ona erişmiyor. Ve onun bu şekilde, camianın kuru gürültüsünden uzak durarak suyunu bulandırmadığını, kendi sesini koruyabildiğini ve bu sayede bir yazara ilk kez bir kitap yazdıran “o en derindeki şeyi” yitirmediğini düşünüyorum. Özellikle “büyük çıkışlar” yapıp “şöhret”in rüzgarıyla her şeyden evvel samimiyetini yitiren yazarlara bakıp -bir yandan okur olarak onları kaybedişime üzülürken- bir yazar için yola çıktığı o naif yerde sakin kalabilmenin “başarmak” gereken tek şey olduğuna inanıyorum inatla. “Yazıyorum, çünkü hoşuma gidiyor,” diyor Kaymaz bir röportajında. Ve içine kitaplar doğurduğu dünyanın gerçeklerini şöyle özetliyor: “Kimsenin istikbali yetenekleriyle belirlenmiyor artık. Yetenek istikbalin yegâne kurucu unsuru olması gerekirken, dünya hayatından tekme tokat kovuldu ve onun yerini ‘ilişki’ denilen bir şey aldı.”
Neşe ile keder arasında
Bakele, Sezgin Kaymaz’ın son kitabı. Hayatın insanoğluna her an çelme takmaya hazır vaziyette köşede beklediğini hatırlatan öykülerden oluşuyor. Okuru etkilemek amacıyla özene bezene yazılmamışlar. Oldukları gibiler, Kaymaz’ın sanki bir çırpıda, içinden geldiği gibi anlatıverdiği ve o kayıtsızlık içinde bizi en çok doğallıyla etkileyen öyküler. Neşe ile keder arasında gidip geliyor kahramanlar. İkisine de o kadar inanmıyorlar. Hepsi bizden biri. Bizi anlatmış Sezgin Kaymaz. Ya da şöyle mi demeliyim: Bizden başkasını anlatmamış aslında. Üst komşumuza, dedemize, okulda çok âşık olduğumuz o gence, akbil kuyruğunda arkamızda hoflayıp duran teyzeye, yumurta aldığımız bakkala, birayı hep siyah torbaya koyan tekelci abiye benziyor hikayelerini anlattıkları; yolda görsen, “Hah işte, Kaymaz’ın Bakele’sinde Hülya bu kadın,” diyeceğin kadar gerçekler. Sıradan ve abartısızlar ama galiba en çok da bu yüzden kitap bittikten sonra da bir süre seninle hayatın içinde, yanında dolaşıyorlar.
Bakele üzerine düşündüğümde, yani Sezgin Kaymaz’ın öykülerinden neden bu kadar etkilendiğime kafa yorduğumda, aklıma bir sürü şey doluşuyor. Anlattıklarının tanıdık olması bir sebep. Onun bir hikaye anlatıcısı olarak şahsına münhasır üslubu ve elbette zengin ve okuması çok keyifli Türkçesi de bir sebep. Ama bunları tespit etmek bana yetmiyor. Biraz daha düşününce bu öykülerin -kendimce- sırrını çözüyorum: Sezgin Kaymaz onu yaratan şeylerin, onu Sezgin Kaymaz yapan şeylerin hikayesini anlatıyor. İçinde çocuk olduğu dünyayı, içinde genç olduğu dünyayı, içinde olgunlaşıp yaş aldığı dünyayı. İçinde hayal kırıklığına uğradığı, içinde çok âşık olduğu, özlediği, kaybettiği… Kastettiğim şey kendi hayat hikayesini yazmış olması, yani bu öykülerine aslında “yaşanmış” olmaları değil – ki bu her zaman olası. Daha çok, keskin yazar gözlerini çok uzağa gitmeden hemen yakınına dikmiş olması. Üzerinde durduğu zeminden güç alması. Bu zemin, sokaklarında top koşturduğumuz mahalleler, o mahalledeki erkek berberi, pazartesileri “Korkma Sönmez” okuduğumuz okul bahçesi, emlakçının kakaladığı it bağlasan durmaz ev… Bu zemin, tüm bunların ötesinde Türkçe… Sezgin Kaymaz okuduğunda insan en çok Türkçe bildiğine seviniyor.
Bakele, sahici bir hikaye anlatıcısı olarak Sezgin Kaymaz’ı tanımak ve tanır tanımaz da bağrına basmak için bir vesile. Bir yandan karnınızı burup bir yandan sırtınızı pışpışlayacak, gücünü en çok Türkçeden ve samimiyetten alan bu öykülerden etkilenmekten başka çaremiz yok. Çok sevdiğimiz müzik grupları ünlü olmasın isteriz, çok sevdiğimiz yazarları herkes bilmesin isteriz. Herkes sevince bozulur sanırız, ki bozulmuşluğu da çoktur. Yine de sessizliğini bozsun istiyorum, Sezgin Kaymaz edebiyatı ve kıymeti anlaşılsın.
* Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder