Jean-Christophe Grangé bir önceki romanı Sisle Gelen Yolcu’da bizi kahramanımızın benliğinin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor, adeta matruşka gibi sürekli açtığı ve özüne ulaşmaya çalıştığı kahramanının gerilimli macerasını anlatıyordu. Kalın ama sıkıcı olmayan bir romandı bu. Farklı bir kahraman ile daha önce denemediği bir gizem/gerilim/polisiye öyküsü kurgulamıştı. Biz son romanını Türkçede daha geçen yaz okumuşken, aradan bir yıl bile geçmeden yeni bir Grangé romanının, Kaiken’in haberi geldi, tabii çoğu Grangé kitabında olduğu gibi yine Tankut Gökçe çevirisiyle. Grangé okuyanlar dikkat etmiş olabilirler, genellikle yaz aylarına denk gelir onun karanlık romanları. Güneşli, güzel günleri Grangé’nin gizemli cinayetleri, kasvetli mekanları ve sapkın kahramanlarıyla geçiririz onun sayesinde. Aslında yazarın kendi de gayet sıradan bir hayat yaşıyor Fransa’da, ama zihninde neler olup bitiyorsa bizi de bu güzel havalara rağmen bağımlısı yapıyor romanlarıyla.
Adından Uzakdoğu ile ilgili bir meselesi olacağını anlamıştık, ama yazarın yeni macerasını dünyanın öbür ucuna nasıl taşıyacağını tahmin edememiştik. Romanlarında uzaktan hep özenerek baktığımız o nezih Fransız sokaklarının karanlık tarafını gösteren, refah içindeki uygar Avrupalı insanın aslında ne kadar riskli bir hayat yaşadığına işaret eden, Fransız demokrasisini de eleştirmeyi ihmal etmeyen Grangé, bu uzun gerilim hattını nasıl çizecekti acaba?
Aslında yazarın diğer romanlarında da Fransa sınırlarını aştığını görmüştük. Kurtlar İmparatorluğu romanında Türkiye’ye kadar uzanmıştı Grangé’nin hayalgücü. Siyasi bir altyapıdan besleniyordu bu roman. Koloni adlı romanda da tanık olduğumuz gibi, milliyetçilik, faşizm, nazizm gibi konulara meraklıydı belli ki. Uzakdoğu daha da ilginç bir seçim gibi gözüküyordu Grangé romanlarını okumuş olanlar için.
Rahatsız bir Grangé kahramanı
Japonya, dünyanın geri kalanı için hep bir cazibe merkezi olmuştur. Bir yanıyla telefonumuzdan bilgisayarımıza, televizyonumuzdan fotoğraf makinemize kadar teknolojik olarak hayatımıza yön vermiş bir ülkeden bahsediyoruz, ama diğer yandan dövüş sporlarıyla, felsefesiyle, geleneksel gündelik yaşam adetleriyle, samuraylarıyla, harakirileriyle farklı bir Japonya resmi çizmek de mümkün. Zaten Grangé da bu romandaki kahramanı başkomiser Olivier Passan üzerinden bize bu ikilemi yaşatıyor. Bir tarafta Japon kültürüne platonik bir aşkla yaklaşan Passan, diğer tarafta da Fransız kültüründe kendi yerini arayan Japon eşi Naoko’nun sorunlu ilişkisi romanın başlarında bize araya sıkıştırılmış bir öykü gibi geliyor, ancak okudukça Kaiken’in asıl meselesinin ve çözülmesi gereken polisiye maceranın bu mutsuz karı-koca arasındaki gerilimde yattığını görüyoruz.
Roman boyunca özdeşleşip olayları birlikte çözmeye çalıştığımız kahramanımız Passan, evinin duvarlarını Yukio Mişima, Rentaro Taki, Akira Kurosava gibi trajik yaşamöykülerine sahip isimlerle süsleyen, artık Japonya’da bile kimsenin dinlemediği Japon müzikleri dinleyen, kimsesiz bir çocuk olarak büyüyen, serseri bir yaşam süren, en sonunda polis olup çıkan tuhaf biri. Tabii ki psikolojik sorunları olduğundan şüphe edemeyeceğimiz, “rahatsız” bir Grangé kahramanı.
Passan iyi bir polis, ama ne derece iyi bir baba ya da eş olduğu tartışılır elbette. Eşi Naoko ise önce maceranın süsü gibi duruyor, ama Grangé okurları yazarın böyle sıradan bir karakter kurgulamayacağını ve Naoko’nun geçmişini uzun uzun anlatmasının bir sebebi olduğunu tahmin edebilirler. Yine de romanın finaline doğru yazarın diğer romanlarında olduğu gibi sürprizlere hazırlıklı olmak gerekiyor. Hiç beklenmedik bir anda çözülmeye başlıyor kurgu, ondan sonrası da nihayete erdirme safhası, ancak yazar çok uzatmak istemediğinden olsa gerek, bizi çok yormadan noktalıyor eserini. Romanın başından beri maceradaki yerini ve romana adını verecek derecede nasıl bir rol oynadığını merak ettiğimiz kaiken de açıklığa kavuşuyor bu hızla inen final perdesinde.
Naoko da geçmişi karanlık ve acı dolu Grangé kahramanlarından biri. Passan nasıl kendini Japonya ile özdeşleştiren bir karakterse, Naoko da Paris’te kendini bulan, kimliğini yeniden inşa eden bir karakter. Onun Japonya’daki hayatıyla ilgili çıkmazlar gün gelip dehşet dolu -ve biz okurlar için de sürpriz dolu- bir maceraya dönüşüyor.
Tabii romanın merkezinde bir de hamile kadınlardan nefret eden ve bebekleri yakan sapık bir katilimiz var. Hakkında okumaya başladığımız andan itibaren katil olduğundan şüphe etmediğimiz bir kahraman bu. Başkomiser Passan’ın baş düşmanı olan bu katilin adı Guillard, ama kimdir bu katil ve gerçekten sapık biri midir, yoksa masum mudur onu burada aydınlatmayıp Grangé okumanın o karanlık keyfine bırakmak gerekiyor. Üç kahramandan bahsettik; polisimiz Passan, onun eşi Naoko ve şüpheli sanık Guillard. Ancak adını anmadığımız bir kahraman daha var. Sayfalar ilerledikçe karşımıza çıkan ve sözünü ettiğimiz tüm ayrıntıları kendinde birleştirip macerayı bütüne kavuşturan sürpriz bir kahraman bu.
Diğer romanlarıyla karşılaştırıldığında, çok yüksek bir temposu yok Kaiken’in. Ancak meraktan elden bırakmak da istemiyor insan okurken. Grangé’nin önceki romanlarının çoğunun filmini de izledik, ancak romandaki girift yapı çok da iyi yansıtılamıyordu bu uyarlamalarda. Bir şeyler eksik kalıyordu adeta. Kaiken ise sinemaya uyarlanması daha kolay, daha düz bir kurguya sahip diğer eserlere göre. Bu da Grangé’ye karşı, ayrı bir eleştiri konusu olabilir. Yüksek tempoda yazan, ardı ardına çoksatar yapıtlar veren yazarlara getirilen eleştirilere maruz kalabilir Fransız yazar. Ancak romanın öyle bir atmosferi var ki, yazarın kim olduğunu bilmeseniz de, önceki Grangé romanlarını okuduysanız bu romanı Grangé’nin yazdığına iddiaya girebilirsiniz. Bu bir yazarın edebi tutarlılığını, imzasını gösteren olumlu bir özellik midir yoksa yaratıcılığının karşısında bir duvar olarak mı değerlendirilmesi gerekir, ona okurlar karar verecek.
Yeni yorum gönder