Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Garip İlişkiler, Soru İşaretleri Aşklar ve Diğer Kutsal Şeyler



Toplam oy: 160
Selim Bektaş klişelere düşmeden, pergelinin bir ucunu gerçeğe dayandırarak absürtlüklerde gezinen bir yol (hem gerçek hem de metaforik anlamda) romanı sunuyor bizlere. Kendisinden başka her şeyi ararken, ister istemez kendisini bulan bir yazarın “bütün güzel çiçekler gibi köşesiz” yolculuğunu okuyoruz, kısa gibi görünse de doyurucu roman bölümlerinde.

Türk edebiyatının önemli kalemlerinden biri olan Nezihe Meriç’in Keklik Türküsü adlı öyküsünde çok beğendiğim iki cümlesi vardır: “İnsanın evi çok güzel olmayabilir diye düşünürdü. Ama evine giden yol, ille güzel bir yol olmalıdır.” Bu iki cümleyi, ebedi evinden çıkmış insanın yine oraya dönerken uğradığı bir ev olan dünya hayatı üzerinden bir metafor olarak düşünürüm. Yani, bu “dünya evimiz” belki de pek güzel olmayabilir; ama bizim üzerinde ilerlediğimiz hayat yolumuz güzel olduktan sonra… Hem nedir ki şu hayat yoldan başka?

 

Elbette “yol” ve “hayat” birbirine en çok yakıştırılan iki kavram: Bir mürşidin elinden tutup, kabaca maddi ve manevi anlamda olgunlaşma disiplini diyebileceğimiz tasavvuf ekolleri dahi Arapça “yol” anlamına gelen “tarikat” kelimesiyle anılmıyorlar mı? Kişi, ancak bir yola girdiği zaman anlamıyor mu “yolda” olduğunu? Yani, hayatta. (Âşık Veysel’in, artık dillere vird olmuş eserinden bahsetmeme gerek bile yok sanırım, uzun ince…) Tabii bir de işin artık klişeleşmiş bir tarafı var; genellikle sinema özelinde, “bir yol hikâyesi” tanımlamasını duymaktan bıkmışsınızdır sizler de. Fakat yukarıda değinmeye çalıştığım tarafından bakınca, “yol hikâyesi” olmayan bir hikâye olabilmesi de pek mümkün görünmüyor, bu hayat denilen yolda.

 

Arka kapak yazısına bakarsanız, Selim Bektaş’ın ikinci romanı Ve Diğer Kutsal Şeyler de bir “yol romanı” olarak sunuluyor okuruna. “Yolun sonunda her zaman ışık olmak zorunda değil. Bazen yol başladığı yere döner.” denilerek tanıtılan bir roman bu. Üstelik kitabın kapağında da bir tren yolu var. O zaman kitabın kapağını açıp, yola koyulmaktan başka ne düşer okura?

 

“Yazamayan yazar” hikâyelerini oldum olası çok sevmişimdir; bir yazarın en acınası, en komik, en patetik hali. Kahramanımız Veysel Zebub da yazamamaktan mustarip, “buluta dönüşen bulutlar”ı çok seven bir genç yazardır. İş aramakta mıdır, zaten yazmak için işini bırakmamış mıdır derken… Sonunda, yazarak para kazanacağı bir iş teklifi alır. Bir çeşit hayalet yazar olacaktır. Fakat yazacağı metin, trenlere iman edilen garip bir dinin kutsal kitabının son bölümüdür. Kim böyle bir teklife hayır diyebilir ki? Veysel Zebub da hayır diyemez. Sonra başlar tren yolculukları, garip ilişkiler, soru işaretli aşklar ve diğer kutsal şeyler…

Her şeyden önce Türkçeyi su gibi duru, tertemiz, oldukça akıcı kullanabilen bir kalemle karşılaşmak beni çok mutlu etti romanı okurken. Son dönem kurmaca yazarlarının en büyük eksiklikleri, bana kalırsa, erbâb-ı kalemin en önemli, en hayati, en olmazsa olmaz malzemesi olan dili ıskalamaları. Çok güzel, ilgi çekici, acayip mi acayip bir konu bulabilirsiniz ve süslü cümlelerle bu konuyu işleyip kurmaca iskeletinde yükseltebilirsiniz belki ama Türkçeyi bir kenara bırakır da yaparsanız tüm bunları, çivileri de okurun ağzına batırıverirsiniz. (Elbette tam da burada, ustamız Refik Halid Karay’a bir saygı duruşu.)
Selim Bektaş klişelere düşmeden, pergelinin bir ucunu gerçeğe dayandırarak absürtlüklerde gezinen bir yol (hem gerçek hem de metaforik anlamda) romanı sunuyor bizlere. Kendisinden başka her şeyi ararken, ister istemez kendisini bulan bir yazarın “bütün güzel çiçekler gibi köşesiz” yolculuğunu okuyoruz, kısa gibi görünse de doyurucu roman bölümlerinde. Adı konulmamış tüm şeyler için çıkılmış, “Taşgeçkısmet” kitabevinden “Birüya” köyüne uzanan biraz fantastik, pek acayip, çok şiirsel ama pek de tanıdık bir yolculuk bu.
Bu kadar “yol” demişken, hikâye anlatıcılarının başucu eserlerinden olan, Joseph Campbell imzalı Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı eserden, altını defalarca çizdiğim bir alıntıyla bitirmeliyim bence bu yazıyı:
Nerede bir nefret bulacağımızı düşünürsek orada bir Tanrı bulacağız; nerede bir başkasını öldürmeyi düşünsek orada kendimizi öldüreceğiz; nerede dışa doğru yol almayı umsak orada kendi varlığımızın merkezine geleceğiz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.