Zangoç Uso’nun Surp Giragos Kilesesi’nde çaldığı çan seslerine, Şeyh Matar Camii'nin müezzini Nusret'in sesi karışıyor:
“Allahu ekber, Allahu ekber!..”
“Ding-dong, ding-dong!..”
“Allahu!..”
“Ding!..”
Güneşin mahalleye düşen ilk ışıklarıyla aralanıyor gözler. Erkekler, dükkanlarını açmak için çarşının yolunu tutuyor. Kadınlar, ev işlerine girişiyor. Çocuklar için daha kalkma vaktine var. Kalktıklarında ellerine geçirdikleri ekmek parçalarını kemirmeye başlayacaklar iştahlı iştahlı, sonra da yaşı gelenler okul yolunu tutacak, diğerleri analarının başına ekşiye ekşiye sokaklarda oynayacak... Ama şimdilik sadece erkekler var sokakta. Kalaycı Sago, demirci ustası Rızgo, puşici Samo, amele Sıko, kuyumcu Haço, mıhsıçtı hacı Nono, sıvacı Kejo, değirmenci Kürt Uso, dişçi Ali, duvarcı ustası Tumas, yemenici Haço… Mahallenin her yerinden onların selamlaşma sesleri yükseliyor, kimi zaman Ermenice, kimi zaman Kürtçe, Türkçe, Arapça:
“Pariluys”.
“Aleykümselam”.
“Rojbaş”.
Bütün diller birbirine karışsa da anlamları hep ulaşıyor birbirlerine.
“Boş şişe aliyam” deyip, sırtlarında torbalarıyla gezen Yahudiler de sokakta yerini aldıysa, her şey tamam demektir.
O halde, mahalleye;
“Hoş geldiniz”!
“Pari Yegar”!
“Hûn bixêr hatin”!
Hani şu Diyarbakır'da Ermenilerin Kürtlerle, Türklerle, Yahudilerle içiçe yaşadığı mahalleden bahsediyorum. Diyarbakır'ın daracık sokakları arasındaki bu ufak mahalle, darlığına, adındaki “ötekileştirme”ye inat yüzlerce rengi sığdırıyordu içine; farklı kültürleri, dinleri, gelenekleri, dilleri... Bir zamanların o ünlü mahallesinden bugüne, dünyanın çeşitli ülkelerine göç edip gidenlerin dışında, kala kala üç beş Ermeni ailesi kalmış şimdi. Bir de adı: Gâvur Mahallesi.
Bizi o ünlü mahallenin geçmişinde gezdiriyor Mıgırdiç Margosyan, henüz dillerin susmadığı zamanlarında. Üstelik de mahalle kadar çok dilli bir kitapla; “Gâvur Mahallesi” Aras Yayınları'ndan üç dilde yeniden yayınlandı, Türkçe, Ermenice ve Kürtçe.
Bizim oralarda, diye başlıyor hep anlatmaya Margosyan. O da o mahallenin çocuklarından biri çünkü. 1938 doğumlu. Daha sonra “adam olmak” için İstanbul'a yollanıyor. Oluyor da; İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitiriyor, 1966-72 yılları arasında Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi'nde müdürlük ve felsefe, psikoloji, Ermeni dili ve edebiyatı öğretmenliği yapıyor. Ermenice ve Türkçe öyküler yazıyor; Söyle Margos Nerelisen, Biletimiz İstanbul'a Kesildi, Tespih Taneleri, Kirveme Mektuplar, Kürdan kitaplarından birkaçı mesela. Bunların arasında özel bir yer tutuyor Gâvur Mahallesi. Onun ilk kitabı. 1984’te Ermenice Mer Ayt Goğmerı (Bizim Oralar) adıyla yayınlanıyor, 1992’de Türkçesi Gâvur Mahallesi, 1994’te ise Kürtçesi Li Ba Me Li Wan Deran. Bir de ödül getiriyor kitap Margosyan’a; 1988’de Paris’te, Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukcuyan Edebiyat Ödülü’nü kazanıyor. 1993’te kurulan, Ermeni edebiyatının önemli yayınevi Aras Yayıncılık’ın da ilk yayını oluyor. Aras, şimdi yeniden bastı kitabı. Görülen o ki, yazarın kitabın başındaki temennisi gerçek oluyor. O temenni ne mi? “Yazılarımda bizim oraları anlattım, gördüğüm ve yaşadığım gibi. Tipleri adlarını hemen hemen aynen verdim, değiştirmeden, oldukları gibi. Onlardan, o 'baco'lardan, o dayılardan, o amcalardan çoğu öte tarafa göçmüşlerdi. Adları, hatıraları biraz da bu satırlarda, bu kitapta yaşasın”.
Yaşıyor da. Dilinin akıcılığı, insanları mahalle sokaklarında dolandıran betimlemeleri sayesinde okuyucuyu kitabın içine sokuyor Margosyan. 11 öykü yer alıyor kitapta; “Gâvur Mahallesi”, “Kure Mama”, “Güvercin”, “Şişli'de Yağmur”, “Ne Mutlu O İnsanlara Ki Bu Dünyada Fakirdiler”, “Dikran, Nazar, Haço ve Diğerleri”, “Tumas'ın Kızı”, “Bizler”, “Ekmek, Ekmek, Ekmek”, “Kığh Silva”, “Haço”.
En çok da Dikran adı geçiyor kitapta. Niye mi? Magrosyan'ın mahallesinde erkek çocuklarına en çok Dikran adı takılıyor; Diyarbakır’ın Ermenice’de isminin Dikranagerd oluşundan olsa gerek. Bir de Diyarbakır’da yaşamış kral Dikran’ın anısına hem hürmet olması, hem de ana-babaların çocuklarını kral gibi görme arzusundan tabi ki.
Kuşkusuz hikâyelerin hepsi bir yaşamın kapısını aralıyor, ama Kure Mama'nınki başka.
Mahallede bir kadın “iki canlı”, “yüklü” mü; kaç aylık hamile olduğu Kure Mama’ya sorulur. Doğum vakti geldiğinde hemen Kure Mama çağrılır, haliyle mahalledeki her evde Kure Mama’nın göbeğini kestiği birkaç çocuk bulunur. Kure Mama’nın papaz Arsen kadar saygı duyması, enfiyenin en iyisinin ona sunulması bundan. Söylemedim mi; Kure Mama’nın kokusu iskambil kağıdı, enfiye ve yeni doğmuş bebek karışımıdır. İşte o yüzden Gâvur Mahallesi en çok Kure Mama demek.
Sadece bir mahalle anlatısı değil bu kitap, farklı kültürlerin, lezzetlerin, dillerin, dinlerin de anlatısı; tarihte bir gezi aynı zamanda. Has undan yapılan patila, sac ekmeği, yağlı hamur “zıngılik”, küçük parçalara ayrılıp üzerine tereyağı ve pekmez dökülerek yenilen çörek “cumur”... Kalabalık sofralar, helvalar, üç dilden şarkıların söylendiği düğünler… Daha duzdolaplarının her eve girmediği, Diyarbakır sıcağından az da olsa kurtulmak için insanların buz dükkanları önünde kuyruğa girdiği günleri hatırlıyor musunuz mesela? Sonra... Sonra herkesin sinisini yüklenip buğday ayıklamaya gittiği, imece usulünün hala yaşadığı zamanları. Kalabalık sofralarda herkesin tek tenceredeki yemeği aç kalmamak için hiç sohbet etmeden harala gürele kaşıkladığı anları.
Uzun lafın kısası, bir arada, ama herkesin kendi rengiyle yaşamaya en çok ihtiyaç duyduğu şu günlerde “Üç Dilde Gâvur Mahallesi” kitabını okuyup mahallede gezerken, bir durup düşünürsünüz belki…
Buradaki yazınızı okuduktan, kitabı edinip okumaya başladım, gerçekten güzel ve zaman kaybı değil. İşin enterasan tarafı, bu coğrafyada yaşanmış yaşanan olan, olmuş herşey birbiri ile aynı, tarifler metodlar farklı gibi görünsede adına şu ya da bu desek de aynı, teşekkürler Esra, ayrıca sabit fikir ailesi herkese iyi çalışmalar.
Çelik Kapı off harika yaa çok teşekkürler
Yeni yorum gönder