Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gece Geç: Bıçaktaki Yarayı Görebilmek



Toplam oy: 169
Şiirin kurduğu dünyada dilin taşıdığı yük, şairin şahsî temayülleriyle iç içedir. Dil işçiliği, bu şahsî temayüllerin merkezinde ortaya çıkar. Yoksa günümüzde yazılan bazı şiirlerde gördüğümüz gibi dil bir gösteri nesnesi değildir. Dil işçiliğine yanlış ve sorunlu bir yerden bakarak şiiri bir dil cambazlığına dönüştüren tavır, şiiri hayattan, sokaktan ve insandan yalıtır.

Şiir bir dil işçiliği olduğu kadar bir anlam işçiliğidir de. Çünkü dil bize aynı zamanda bir inceliğin adresini verir. Dilin doğduğu yer, bir ömür insanın yazgısıyla birlikte kol kola yürür. Tohum orasıdır. Dünyanın, adına ömür dediğimiz yaşamak kavgasının başladığı yerde olanca müşfikliğiyle dili görürüz. Dili yani anlama ve kavrama çabamızı. Sizi bilmem ama ben öteden beri “anadili” ifadesinde iyilik ve merhamet odaklı bir ferahlama hissi duyarım. Sığınılacak bir liman. Bir varoluş beşiği. Yahya Kemal’in “Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir” dizesinde bu varoluşsal gerçekliğin izlerini görürüz aslında. Aynı dili konuşmak bizim için ontolojik bir güvenlik alanı demektir. Bunun bir adım ötesi ortak bir anlamın dilini konuşmaktır. Şiirin sözü bir emanet olarak aldığı yer burasıdır. Bazı şiirlerle kurduğumuz aracısız doğrudan yakınlığın bir sebebi de bu anlam ortaklığıyla ilgilidir.

 

Şiirin kurduğu dünyada dilin taşıdığı yük, şairin şahsî temayülleriyle iç içedir. Dil işçiliği, bu şahsî temayüllerin merkezinde ortaya çıkar. Yoksa günümüzde yazılan bazı şiirlerde gördüğümüz gibi dil bir gösteri nesnesi değildir. Dil işçiliğine yanlış ve sorunlu bir yerden bakarak şiiri bir dil cambazlığına dönüştüren tavır, şiiri hayattan, sokaktan ve insandan yalıtır. “İnsansız şiir” dediğimiz olgu biraz da bu hatalı bakış açısının bir sonucu değil midir? Şairin meselesi aynı zamanda dilin de meselesidir ve iyi şiir bu meseleyi berrak bir şuur, saf bir bakışla bize aktarabilen şiirdir.

 

Soner Karakuş’un ilk şiir kitabı Gece Geç, hem biçim hem içerik açısından bu berraklığın ve saflığın izinde yürüyen bir şiirler toplamı. Turgut Uyar gibi, bir ‘yaşamak kaygısı’nın çevresinde dönüyor Karakuş şiiri. Ama onun meselesi hayata tutunmaktan daha çok hayatı ve elbette ölümü hak etme arayışında dışlaşıyor. Kaygı, yaşamak dediğimiz cevheri kaybetmekten ziyade, kaygının bizzat kendisinde odaklanıyor. Karakuş şiirindeki karanlık ve umutsuz dünyayı bu çerçevede okuma taraftarıyım. Umutsuz evet ama bezgin değil, karanlık evet ama karamsar değil: “Yaşamak, yine yaşamak, yine yaşamak” (Gece Geç, s.32)

“Ölüm, randevu alınamayan sevgili”
Gece Geç, “Anneme” ithafıyla başlıyor. Kitabın çoğu şiirinde anne ve ölüm imgelerine dair atıflar görüyoruz. Karakuş şiirinde belirgin bir şekilde kendini hissettiren hüzün, bu imgelerin açtığı o derin yaranın içinde okura kılavuzluk ediyor. Hemen belirteyim ki, bu hüzün sentetik, sathî bir duygu romantizminden değil acı bir hayat gerçekliğinden sesleniyor bize. Tecrübe edilmiş, yaşanmış acıların yorumu her zaman kendini belli eder. Gece Geç’teki şiirlerin gücünü özellikle bu yaşanmışlıkta arayabiliriz. Çünkü Karakuş, zor olanın peşinde daha çok. Nedir o zor olan? Gördüğü, dokunduğu, yaşadığı acıları, şahsî temayülleri numara yapmadan dile yükleyebilmek. Bu nokta şairler için mayınlı bir tarladır çünkü yaşanmışlıklar şiirde giderek bir ‘hatıralar mezeliği’ne dönüşme riski taşır. Karakuş, şahsî tecrübelerini bir mesuliyet ve hayat şuuruna dönüştürerek bu riski bertaraf ediyor: “Bodrum katından Hiralar devşiriyorum/ Annemin Latince Yasin okuyuşundan/ Bize ne olduysa burada/ Anlamadık bir somonun eve dönüşünü” (Somonun Dönüşü, s.11)
Hira, Anne ve Yasin kelimeleri hâlihazırda Karakuş’un çeperlerini yokladığı hayatın anahtar kelimeleri. Yakından bakıldığında her anne bir Hira’dır aslında ve şair anne imgesi özelinde kutlu ve derin bir anlamlar toplamını bir sığınma ve arınma arayışına dönüştürür. Bu arayışın kalbinde ise Hira yani inanç vardır. Bununla birlikte çelişkilerin doğurduğu bir çatışma ve rahatsızlık imi, şairin kavgasına eşlik eder. Klişeler söz konusu olduğunda içsel bir karşı duruş alttan alta kendini hissettirir: “Ölüm randevu alınamayan sevgili/ Durur doktorun kalın dudaklarında./ Allah bir doktor iki/ Çınlar hastane odalarında.” (Dedemin Ayakları, s.13) Aidiyet duygusu, Karakuş şiirinin ana izleklerinden biridir desek yeridir. Anne, baba, dede, nine imgeleri şairin mevzilendiği yer hakkında bize belirgin bir ipucu verir. Hayatın anlamını eşeleyen tutku, mevzii koruma içgüdüsüyle de örtüşür.
Akla veda ederken
Yazıya başlarken içten içe ‘anlam’ kelimesine bir atıf yapma ihtiyacı hissettim çünkü Karakuş’un şiirine açılan kapılardan birisi burası. Çünkü Gece Geç’teki şiirlerde, aklın tornasına baş eğmeyen bir isyan havası egemen. Öte yandan dizelerin teknik kurgusuna bakarsak Karakuş, şiirin matematiği olarak görebileceğimiz biçimden de asla taviz vermeyen bir tavra sahip. Yalın ve pürüzsüz dil, minör şiirin yüklenebileceği azamî yoğunlukla birlikte okuru meselesiyle doğrudan buluşturma meziyetine sahip. Dil üzerinde ve kelime seçimlerinde ince bir işçiliğin terini görebiliyoruz bu şiirlerde: “Türkçeye çeviremezsin bazı şeyleri,/ İçimizdedir dünyanın en uzun tüneli.” (One Thousand Minutes, s.28) Karakuş’un dil tutumu bana kalırsa bütün bir hayatı özetleyen yalınlığı ve saf bir umutsuzluğu karşılıyor. Umutsuzluk, içeriğin içine gömülmüş bir Deli Dumrul edasıyla dolaşıyor onun şiirinde: “Güzel günler de geliyor bazen/ Geliyor fakat hiç oturmuyor” (Gemzar, s.23)
Karakuş’un şiiri modern kabullerin ve geçer akçe hayat algılarının karşısında geçmişi ve sonuna dek şahsî ve özel bir tarihi savunuyor. Tarih onun şiirinde inatla kurcalayıp durduğu hayatın ta kendisi. Anonim mutluluklar ve yaşamı putlaştıran algılar çağında o, tarafını insandan yana koyuyor. Karakuş’ın şiirindeki mutsuz ve karanlık dünya bu anonimleşmeye ve aynılaşmaya karşı bir isyan aslında. Tozpembe bir merceğin arkasında bütün bir dünya anonim yalanların pençesinde kıvranırken o ağzımızın tadını bozan gerçeklerin peşinde: “Bir İngiliz şirketine satılan uykum/ Soframıza gelen ekmekle/ Tarih dersinde uzayan kulağım/ Bizi dengede tutan her neyse” (Sahibinden, s.24) Nerdeyse iki yüzyıllık bir batılılaşma cenderesinin kısa ve acı bir özeti olarak da okuyabiliriz bu dizeleri. Yukarda bahsettiğim aidiyet duygusu salt şahsî değil aynı zamanda bir toplumsal hesaplaşma alanıdır da. Aklın, tarihin, toplumun, hayatın bütün fay hatları hepsi enikonu bir yerde birleşir. Akla Veda şiiri “Yarayı aldık, kurşun içerde kaldı” dizesiyle açılıyor.
Bir alt üst oluş arenasında şair yarayı yani ölümü de yenen o kadim ruhu kuşanır. Kurşun ölümün kendisidir ama kurşunun öldüremediği ruh o yarada saklıdır. Aynı şiirin son dizelerinde şair, akla niçin veda ettiğinin gerekçesini sunar bir bakıma: “Kaç milyar insan çalıştırıyor yalnızlık?/ Okumadan da öğrenebilirdin bu kadar felsefeyi:/ Annen mutfakta neden ağladı?” (Akla Veda, s.30) Karakuş’un şahsî temayülleri, arayışları sahicilik kavramında odaklanıyor. Aklın ayak bağlarından kurtulmuş bir insanın hayata karşı aldığı gardı görüyoruz onda. Naif bir öfke, titiz bir incelik: “Yine de bu kadar uzun bir dize yazacak kadar acı çekmedim/ Siz de çekmediniz aslında, ama başka acılar” (One Thousand Minutes, s.28) Unutmadan hemen belirteyim ki, kitabın en uzun dizesi de bu zaten. Bir şair zarafeti. Gece Geç’teki şiirler sadece insandaki değil bıçaktaki yarayı da görmek için kıymetli bir imkân. Çünkü Karakuş, sadece konuştuklarının değil sustuklarının da çetelesini çıkaran bir mesuliyet dervişi: “Kaç adam öldürdüm susarak?/ Bir bilsem” (Gece Geç, s.31)

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.