Ruhun kanayan yaralarının mürekkebe karıştığı sürecin romantik sancılarına, bu satırları okuyacak kadar mezkûr illetten mustarip herkes aşağı yukarı aşinadır. Kimi zaman hüznümüze kimi zaman da öfkemize yaslanarak, sepya ışığın aydınlattığı saman kağıdın gölgesine, geceler boyu insan olmanın kederinden mütevellit laneti karalarız. Bu cümleler kağıda döküldüklerinde ister bir ucube olsun isterse birer mucize, bir annenin doğurduğu çocuklar gibidir bizim için... Hele ki benliğimizden sıyrılıp topluma katacağımız ilk çocuk ise söz konusu olan, ona biçtiğimiz anlam çoğu zaman kutsal ve eşsizdir. Tüm bu yaratım süreci ve ona içkin yüce duygular göz önüne alındığında, bir yazarın ilk kitabına eleştiri yazmak, yazan kişi için öteki yazılarına kıyasla şüphesiz daha sancılı bir süreç. Kendisini kısaca okuyucuya tanıtmamız gerekirse; bu ay bu sancılı süreçten geçmeme sebep olan yazar, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji mezunu olan ve kendisine çeşitli dergi ve gazetelerdeki yazı ile söyleşilerinden aşina olduğumuz Melisa Kesmez. Kesmez’in ilk kitabı olan Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz geçtiğimiz günlerde okuyucunun beğenisine sunuldu.
Yazarın kısa öyküleri çerçevesinde öne çıkan portreler; tüketim toplumunu beslemek adına üretim yapan plazaların içinde ruhlarını tüketen, bu tükenmişlik güdüsüyle çareyi uzak diyarlara kaçışta arayan ve zihni geçmiş ile bugün arasında sıkışmış kadınlardan mütevellit. Hikayelerin çoğunlukla bir kadının duygu ve tecrübe penceresinden anlatıldığı ve bu hissiyatın metinden bir an bile eksik olmadığını belirtmek gerek. Birkaç öyküde yer alan erkek karakterlerin de zayıf kalarak “karakterleşememeleri” sebebiyle, öncelikle erkek okurları, bu eserin kendilerini pek de kucaklamadığı hususunda uyarmak yerinde olur.
Bu durum hikayelerin kapsayıcılığını daraltmasına ve birçok yerde belirli tecrübe ve hissiyatların farklı hikayelerde kendini tekrarlamasıyla bir ilgi kaybına sebep olmakla birlikte, Kesmez’in kendine biçtiği bu çerçevenin hakkını da –kullandığı yalın ve keskin anlatımla– vermediğini söylemek haksızlık olur. Örneğin “Balık Kraker” hikayesinde bir kız çocuğunun, ebeveynlerinin ayrılığıyla bütünlüğünü yitiren dünyasındaki kırıkların, babasına dair imgelemini nasıl kestiği çarpıcılıkla betimleniyor:
“Babamın bir kahraman değil de sıradan bir adam olduğunu fark ettiğim ilk an, onca hüzünlü hatıramız arasında, sanırım o andan başkası değil. Karşımda kılıcını yere indiriyor usulca babam, pelerinini çıkarıp sandalyenin üzerine atıyor. Sokakta gördüğüm sıradan adamlardan biri şimdi. Kara gözlerindeki ışıklar sönmüş. Sigaradan sararmış bıyığını yakalıyor alt dudağıyla, omuzları önde, yere bakıyor.” (s. 10)
Gırtlakta kalmış bir nefes gibi...
Psikoloji ve imgelemlere dair bu dikkat çekici nokta atışlarını bir yana bırakırsak, göze çarpan problemlerden biri de, “Karpuz Dilimleri”, “O Yaz” ve “Şubat” gibi öykülerin yeterince olgunlaşamadan (hikâyenin meramı ve ruhu henüz okuyucunun nezdinde tamamına eremeden) sonlanmaları... Örneğin bu durumu “Arif” gibi fevkalade derinlemesine bir duygusallıkla işlenmiş, lakin hızla kesilmiş bir başka hikayede irdelemek mümkün: “Çok değil birkaç yıl kadar önce memlekete geldi, eski dostları son bir ziyaretmiş demek, o zaman anlamadık tabii hiçbirimiz. Sormuş soruşturmuş, buldu beni. Mecidiyeköy’de bir simitçide buluştuk. Bir çay içip kalktık. Konuşacak şey bulamadık. Kalkarken telefonunu verdi bana, ‘Ararsan sevinirim,’ dedi. Hiç aramadım. Mektup da yazmadım bir daha. Onu son görüşümmüş meğer. İzin istedim, ‘Ben gideyim artık sizi de çok yorgum.’ Ayaklandım.” Yaşlı bir kadının geçmiş yıllarına dair en dramatik hikayesini anlatırken, hem de o hikayenin kahramanı o gün ebediyete intikal etmişken, diyaloğun kesilip bir paragraf sonra da hikayenin sonlanması, gırtlakta kalmış bir nefes gibi...
Bunun yanı sıra, “Karton Koliler” gibi öykülerde hikayenin işlenişi kurguya bağlı bir yaşanıştan ziyade anlatıma sıkışıp zaman zaman yüzeyselliğe hapsoluyor: “Oysa tanıdığım diğer kadınlar böyle değildi hiç. Sonsuza kadar orada kalacak sanki, o mahallede, o evde, o adamın yanında, nasıl da rahat. Bir güzel yaslanıyorlardı arkalarına, sahipleniyorlardı her bir şeyi.
Gitmek düşmüyordu akıllarına hiç. Yıllarca aynı yatakta uyuyorlardı misal. Mahalle bakkalıyla ahbap olmuşlar. Manav iki gün görmese, ‘Ooo nerelerdesiniz? Yoksunuz kaç gündür’ diye sitem ediyor. Her sabah sektirmeden uğradıkları gazete bayii ‘Kilo mu aldınız siz biraz?’ deyiveriyor. (...) Ama ben? Sürekli değişti adresim. Ait hissetmedim hiçbir yere.” (s. 113) Kişinin bir şekilde kendini ötekilerden farklı olduğuna inandırarak şımartması ve bu yolla “seri üretim dünyasında” akıl sağlığını koruması örneğinde olduğu gibi, bireyin psikolojisine içkin bu tür paragraflar, düz bir anlatım yerine hikayelere olaylar ya da diyaloglarla yedirilebilirdi.
Yalnız bu sorunlar sizi eserin niteliklerine dair yanılgıya düşürmesin. Melisa Kesmez, ülkenin her alanında olduğu gibi, edebiyatta da “bizim oğlan-bizim kız” anlayışının hüküm sürdüğü ve daha kitaplar yazılmadan dahi ödül sahiplerinin belli olduğu kısır bir dönemde sıradan bireylerin yaşamlarına dair yalın, naif ve çarpıcı anlatımıyla adını daha çokça duyacağımız bir yazar... Açıkça ifade etmek gerekirse, kitaptaki bazı öyküler eğer bir başka yazarın elinden çıksaydı, birtakım teorik temellerden yola çıkarak tatsız bir yazı yazıyor olurduk; fakat Melisa Kesmez, kişilerarası ilişkiler ve insana dair unsurlardan öylesine berrak ve çarpıcı kesitler sunuyor ki, yeni öyküleri için yapacağı birtakım iyileştirmelerle eminiz ki gelecekte öykü dünyamıza çok şey katacaktır.
* Görsel: Olga Müstecaplıoğlu
Yeni yorum gönder