Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Geçmişin katliamlarını değil, müziğini istiyoruz



Toplam oy: 1383
E. L. Doctorow
Yapı Kredi Yayınları
Hikayesinin içine Emma Goldman'ı, Freud'u, sihirbaz Houdini'yi ve Joplin'i katan Doctorow'un yukarıda alıntılanan satırları savaş öncesi Amerika’sını anlatıyor.

Doctorow'un 1975 tarihli romanı Ragtime, Amerikan edebiyatının tatlı esintisini, Tomris Uyar'ın çevirisinin de etkisiyle gıdıklayan, hafifleten ama zaman zaman da ürperten duygusunu okura hissettiriyor.

 

Geçimini bayrak, donanma fişekleri gibi “yurtseverlik gereçleri”nden sağlayan bir ailenin, 1900'lerin başında New York'un bir “yukarı” mahallesindeki eve taşınmasıyla başlayan roman bu ailenin hikayesi çevresinde şekilleniyor ve ilk satırlardaki anlatım, yeni taşınılan evin sıcacık tarifiyle birlikte romanın içine çabucak girmeyi sağlıyor. Yazarın isim vermeden Anne, Baba, Oğlan, Büyükbaba olarak adlandırdığı aile fertlerinin hayatı, günün birinde, New York'un “aşağı” mahallesiyle ve dolayısıyla göçmenleriyle de kesişiyor. Anne'nin, evlerinin bahçesinde ölüme terk edilmiş zenci bebeği bulmasının ardından bebek ve bebeğin çocuk yaştaki annesi Sarah ailenin yanında kalmaya başlıyor. Kurmaca karakterlerin yanı sıra tarihin bildik isimlerine de yer ayıran romana adını veren müzik de, bu kesişmeler sonucunda hikayeye giriyor. Öyle ki, bebeğin, günün birinde ortaya çıkan babası Coalhouse Walker, sıkı bir müzisyen ve ailenin bakımsız/akortsuz piyanosunu çalarak ragtime ritimlerinin bu evin salonunu doldurmasına vesile oluyor. Walker'ın, ünlü ragtime bestecisi Scott Joplin'den çaldığı parçanın adı “Akçaağaç Yaprağı”. Böylece, roman karakterlerinin altından geçip gittiği koca akçaağaç, bu defa da ailenin salonunda esip geçiyor.

 

Bazı satırlar düşündürücü

 

 

Ancak roman sadece tatlı bir esinti değil; içimizi titrettiği, kalbimizi yaktığı da oluyor. Çalışma ve yaşama koşulları 1800'lerin koşullarıyla kıyaslanan bizim gibi acılı okurları için, romanın bazı satırları düşündürücü: “O dönemde (...) milyonlarca kişi işten çıkarılmıştı. (...) Ülkenin her kentine silah fabrikaları dikildi. Madenlerde çalışan kömürcü, üç ton kazabilirse günde bir dolar alıyordu. Şirketin barakalarında yaşıyor, yiyeceğini şirketin dükkanlarından sağlıyordu. Tütün tarlalarındaki zenciler, günde on üç saat tütün yaprağı ayıklıyor, saat başına beş sent alıyordu, ister erkek, kadın, ister çocuk olsun. Çocuklara farklı bir uygulama yoktu. (...) Madenlerde kömür eleyiciliği yapıyorlardı, ara sıra kömür dumanında boğuluyorlardı; akıllarını başlarına almaları için hoparlörle uyarılıyorlardı. Yılda yüz zenci linç ediliyordu. Yüz madenci diri diri yanıyordu. Yüz çocuk sakat kalıyordu. Bu tür şeyler için ayrılmış bir kontenjan vardı sanki.”

 

Hikayesinin içine Emma Goldman'ı, Freud'u, sihirbaz Houdini'yi ve Joplin'i katan Doctorow'un yukarıda alıntılanan satırları savaş öncesi Amerika’sını anlatıyor. Romandaki bunca burukluğu, acıyı hafifletmeyi sağlayansa dönemin güzel tınıları. Ragtime'ı 1800'lerin katliamlarını, acılarını asla yaşamamak temennisiyle ve 1800'lerin sonları ve 1900'lere damgasını vuran, ragtime ritimleri eşliğinde sindire sindire okumalı. Bir daha “hadi hadi” denmemesi temennisiyle... Joplin'in en başta dediği gibi: “Ragtime asla çabuk çalınmaz...”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.