Doctorow'un 1975 tarihli romanı Ragtime, Amerikan edebiyatının tatlı esintisini, Tomris Uyar'ın çevirisinin de etkisiyle gıdıklayan, hafifleten ama zaman zaman da ürperten duygusunu okura hissettiriyor.
Geçimini bayrak, donanma fişekleri gibi “yurtseverlik gereçleri”nden sağlayan bir ailenin, 1900'lerin başında New York'un bir “yukarı” mahallesindeki eve taşınmasıyla başlayan roman bu ailenin hikayesi çevresinde şekilleniyor ve ilk satırlardaki anlatım, yeni taşınılan evin sıcacık tarifiyle birlikte romanın içine çabucak girmeyi sağlıyor. Yazarın isim vermeden Anne, Baba, Oğlan, Büyükbaba olarak adlandırdığı aile fertlerinin hayatı, günün birinde, New York'un “aşağı” mahallesiyle ve dolayısıyla göçmenleriyle de kesişiyor. Anne'nin, evlerinin bahçesinde ölüme terk edilmiş zenci bebeği bulmasının ardından bebek ve bebeğin çocuk yaştaki annesi Sarah ailenin yanında kalmaya başlıyor. Kurmaca karakterlerin yanı sıra tarihin bildik isimlerine de yer ayıran romana adını veren müzik de, bu kesişmeler sonucunda hikayeye giriyor. Öyle ki, bebeğin, günün birinde ortaya çıkan babası Coalhouse Walker, sıkı bir müzisyen ve ailenin bakımsız/akortsuz piyanosunu çalarak ragtime ritimlerinin bu evin salonunu doldurmasına vesile oluyor. Walker'ın, ünlü ragtime bestecisi Scott Joplin'den çaldığı parçanın adı “Akçaağaç Yaprağı”. Böylece, roman karakterlerinin altından geçip gittiği koca akçaağaç, bu defa da ailenin salonunda esip geçiyor.
Bazı satırlar düşündürücü
Ancak roman sadece tatlı bir esinti değil; içimizi titrettiği, kalbimizi yaktığı da oluyor. Çalışma ve yaşama koşulları 1800'lerin koşullarıyla kıyaslanan bizim gibi acılı okurları için, romanın bazı satırları düşündürücü: “O dönemde (...) milyonlarca kişi işten çıkarılmıştı. (...) Ülkenin her kentine silah fabrikaları dikildi. Madenlerde çalışan kömürcü, üç ton kazabilirse günde bir dolar alıyordu. Şirketin barakalarında yaşıyor, yiyeceğini şirketin dükkanlarından sağlıyordu. Tütün tarlalarındaki zenciler, günde on üç saat tütün yaprağı ayıklıyor, saat başına beş sent alıyordu, ister erkek, kadın, ister çocuk olsun. Çocuklara farklı bir uygulama yoktu. (...) Madenlerde kömür eleyiciliği yapıyorlardı, ara sıra kömür dumanında boğuluyorlardı; akıllarını başlarına almaları için hoparlörle uyarılıyorlardı. Yılda yüz zenci linç ediliyordu. Yüz madenci diri diri yanıyordu. Yüz çocuk sakat kalıyordu. Bu tür şeyler için ayrılmış bir kontenjan vardı sanki.”
Hikayesinin içine Emma Goldman'ı, Freud'u, sihirbaz Houdini'yi ve Joplin'i katan Doctorow'un yukarıda alıntılanan satırları savaş öncesi Amerika’sını anlatıyor. Romandaki bunca burukluğu, acıyı hafifletmeyi sağlayansa dönemin güzel tınıları. Ragtime'ı 1800'lerin katliamlarını, acılarını asla yaşamamak temennisiyle ve 1800'lerin sonları ve 1900'lere damgasını vuran, ragtime ritimleri eşliğinde sindire sindire okumalı. Bir daha “hadi hadi” denmemesi temennisiyle... Joplin'in en başta dediği gibi: “Ragtime asla çabuk çalınmaz...”
Yeni yorum gönder