Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Genç olmanın dayanılmaz hafifliği



Toplam oy: 1206
Tuğba Doğan
Yapı Kredi Yayınları
Ağırlıklı olarak bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı roman gerek anlatım dili, gerekse biçimiyle Oğuz Atay'ın fenomen haline gelen romanı Tutunamayanlar'ı akla getiriyor.

Genç olmanın dayanılmaz bir hafifliği vardır. Öyle ki bu hafiflik hiçbir şeye benzemez. Tabirin içinde geçen “dayanılmaz” sözcüğü ona gizli bir cazibe katsa da esasen bu hafifliğe katlanılmaz demek daha doğru olur. Evet, genç olmanın katlanılmaz bir hafifliği vardır!

 

Neden katlanılmaz bu hafifliğe? Dayanılmaz olan birtakım ağırlıklar değil midir çoğu zaman? Çelişkili gibi görünse de esasen basit bir cevabı var bu sorunun. Hafifliğe dayanması daha zordur. Çünkü omzunuza yüklenen ağırlık karşısında herkes sizden yana olur ve ağırlığın cinsine göre size gizli bir saygı duyarken hafiflik tepenizde dolaşan ve sizden başka kimsenin göremediği kara bir bulut gibidir. Bu yüzden hafifliği sırtlayan kimseler her zaman yalnız ve kara bulutlarıyla baş başadırlar.

 

Taşıması en zor hafifliklerden biridir genç olmak. Çünkü diğerleri ki bu diğerlerini sizden yaşça küçük olanlar, sizden yaşça büyük olanlar ve akranlarınız olarak üçe bölebiliriz sizi yok saymakla kalmaz, size içten içe bir öfke de duyarlar. Sizden yaşça küçük olanlar için erişmek için yanıp tutuştukları yasak bir meyvedir gençlik. Onlar bir an evvel büyümek ve gençliğin engin denizine yelken açmak isterler. Yaşça sizden büyük olanlar içinse elden kaçırılmış beyaz bir kuştur ve bu kuşun bir daha yakalanma ihtimali olmadığı açıktır. Sizden küçükler ihtirasla ister bu gençliği, sizden büyük olanlar ise derin bir hasretle özler. Sizinle bu dayanılmaz hafiflik konusunda duygudaşlığı olmayan akranlarınız ise sizi adeta hor görürler. Hayatın bazı kuralları vardır onlara göre. Okullar bitirilecek, bir iş bulunup evlenilecek, hep daha çok para kazanılacak ve çocuklar en son moda yöntemlerle büyütülecektir. Bunları becerememek de sizin kabahatinizdir, çünkü hayatın belli başlı gereklilikleridir bunlar. Bu üçüncü grup sizi hor görmekten gizli bir gurur duyar adeta. Oysa o akranınızdır ama hiç genç olmamıştır. Bir yetişkinlik telaşıdır onunki.

 

Akla Tutunamayanlar'ı getiriyor

 

Tuğba Doğan’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Musa’nın Uykusu da tam bu türden bir hafiflik üzerine kurulu. Ağırlıklı olarak bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı roman gerek anlatım dili, gerekse biçimiyle Oğuz Atay’ın fenomen haline gelen romanı Tutunamayanlar’ı akla getiriyor. Bu hikaye de tıpkı Tutunamayanlar gibi bir özne (Tutunamayanlar açısından Turgut Özben) ve bu öznenin hayat akışını kıran ve özneyi bilincinde karanlık bir yolculuğa sürükleyen bir özne/nesne (Tutunamayanlar açısından Selim Işık) arasında kurulu. Burada da özne/nesne varlığından çok yokluğuyla etki yaratıyor.

 

Hikaye kitaba adını veren Musa’nın romanın baş karakteri Zeliha’nın evinde bütün hayal kırıklıklarının bir timsali gibi belirmesiyle başlıyor. Zeliha’nın kendisine bir müttefik olacağı inancıyla uzun uzadıya beklediği kardeşi Musa önce gecikmesiyle, sonra da gecikmesinin şekil verdiği varlığıyla hayal kırıklıklarının sıfır noktası oluyor Zeliha için. Bir müttefik bekleyen Zeliha karşısında ancak ve ancak bir kader ortağı buluyor ve Zeliha ile Musa’nın mecburi yol arkadaşlığı da böylece başlamış oluyor. Zeliha’nın müttefikini bekleyişi öyle uzun sürüyor ki bir noktada beklemek bir varoluş biçimi haline geliyor Zeliha için. Zeliha kardeşini bekliyor. Zeliha o evden çıkacağı günü bekliyor. Zeliha romanını yazmayı bekliyor. Zeliha sırasının gelmesini bekliyor. En çok Musa’nın ölmesini bekliyor. Musa ki Zeliha’nın bütün bekleyişlerinin bekçişi. Ateşler yakmıyor Musa’yı. Ne yapsa ölmüyor!

 

Bakmayın bu satırlarda öyle göründüğüne, bir süper kahraman değil Musa. Aksine öyle pasif, öyle durağan ki adeta bir taşın ağırlığına sahip. Pasifliği de sığlığından değil üstelik, tamamiyle başka bir dünyanın insanı oluşundan. Evet evet, kesinlikle bir meteor bu Musa! Zeliha’nın evinin, hayatının, aklının, dayanamadığı gençliğinin ortasına düşen bir meteor. Öyle bir delik açıyor ki düştüğü yere artık hafızasında ne varsa geçmişe ve geleceğe dair kusmalı bu çukura Zeliha. Kusmalı ki senelerdir ihtimamla sakladığı bu yara gün yüzüne çıkmasın. Kusmalı ki bu dayanılmaz hafifliğin altında ezilip kaybolmasın.

 

Musa suya bırakılandır. Zeliha su perisi. Yaralarsa ancak onları kabul edip kaşımayı bıraktığımızda kabuk tutmaya başlar. Ve bütün nehirler her zaman Musa ile Zeliha’yı kavuşturur.

 

Tuğba Doğan düşünce ülkesinin topraklarından başka yerle vatandaşlık bağı olmayan, kimi zaman amaçsızlığı kimi zamansa amaçlarının ufuk çizgisinde bir noktadan ibaret oluşu altında ezilen, hiçbir zamana tam manasıyla ait olamayan ve kader çizgisinin bir yerde kırılmasını umutsuzca bekleyen kendi kuşağından bir kadının hikayesini içtenlikle anlatmış. Siz de gençliğin dayanılmaz hafifliğine karşı Zeliha’ya bir omuz vermek isterseniz Musa’nın başı göğsünüze yaslanmak üzere bekliyor.

 

Görsel: Ethem Onur Bilgiç

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.