Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gerçekle komplo arasında: Haliç'te Yaşayan Simonlar



Toplam oy: 1902

Elimizde 600 sayfaya yaklaşan bir kitap var:  “Haliç'te Yaşayan Simonlar – Dün Devlet-Bugün Cemaat”. Bu hayli sansasyonel kitabı değerlendirirken, her şeyden önce iki önemli soruyu sormak gerek. İlki, sayfa sayfa iddialarla dolu bu kitapta yer alan kişi, olay ve ilişkiler ne kadar doğru? (Birçoğunun belgeye dayanmadan kaleme alındığını bu noktada belirtmek gerekiyor) İkincisi ise bu kitap niçin şimdi yazıldı? Bu soruların her biri için uzun uzun tartışmalar yürütüldü medyada, gel gelelim doğru yanıtları bulmak bizimki gibi bir ülkede ne yazık kolay değil (ve bir süre daha olamayacak gibi gözüküyor).

İTAATİN İSTENDİĞİ HER YERDE SİMONLAR VAR

Kitabını niçin böyle adlandırdığını anlatan yazar Hanefi Avcı; “Simonlar... Onlara empoze edilmiş, beyinlerine işlenmiş örgüt gerçekleri uğruna savaşıyorlar, bu gerçekler uğruna ölümü göze alıyorlar, bunun dışındaki haksızlıklara ses çıkarmıyorlar... İtaat kültürünün hakim olduğu, grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.
Haliç... Haliç ise bir zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu. Midem bulanıyordu, Haliç’ten geçmek benim için ölümdü... Fakat Haliç’in etrafında yaşayanlara bakıyordum, onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta piknik yapıyordu. Bu durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki insanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı şey söz konusu...” diyor. Kitabın temelleri de bu açıklamalar üzerine kuruluyor zaten.

Avcı, çok ses getiren bu kitabında bugüne kadar birçok insanın Fethullah Gülen Cemaati ile ilgili kafasından geçirdiği, kimilerinin söylediği, kimilerinin ise çekindiği konuları pek çok konuyu ele aldı; “cemaat”in devleti ele geçirdiğini iddia etti. Bu iddialara ilişkin sunulan kanıtlar, belgelerden çok siyasal sezgi ve düşünceler.
Ancak, eğer bu kitabı siyaseten bir noktaya konumlandırmadan okuyabilirseniz, mutlaka yararlanacağınız ve bilgileneceğiniz çok nokta olacaktır. Avcı’nın Susurluk Skandalı döneminde parlayan yıldızı nedeniyle ona duyulan güveni göz önünde bulundurursak,  bu kitapta yazılanların, yazanının kimliğinden dolayı her zamankinden daha önemli olduğunu söylemek mümkün.

YALNIZCA SEZGİ

Kitapta özellikle emniyet teşkilatı ve istihbarat hakkında öne sürülen sayısız iddiayı bu yazıda ele almak olanaksız. Ne var ki, yakından izlemeye çalıştığım Hrant Dink Davası ile ilgili bolca çelişkili bilginin yer aldığını görmek güç değil.

Örneğin kitabın 430 ve 431. sayfalarında yer verilen şu ifadeleri ele alalım: "Bana göre bu olayda ne İstanbul Emniyet Müdürlüğü, ne de İstihbarat Daire Başkanlığı personelinin kasıtlı bir kusuru yoktu. Belki eksiklikleri, ihmalleri vardı, ama asla kasıtlı olarak yapılmış bir şey bulunmuyordu... Eğer bir eksiklik varsa bunda da kusurları eşitti veya Ankara'nın bu kusurda daha fazla payı vardı, İstanbul ise daha az kusurluydu..."

Oysa biliyoruz ki, bu iddiaların aksine, bu konuda devam eden bir çok soruşturma, inceme ve dava var. Bu gerçeğe rağmen "Asla ve hayır" cevabı kanıtsız bir sezgiden başka bir şey değil. Üstelik bunu da siyasal bir duruşa çevirmesi okuru kuşkuya sevk ediyor.

DAVA DOSYASINDA YOK

Avcı, o dönem İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube Müdürü olan Ahmet İhsan Güner'in Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak görevden alınmasını bir cemaate bağlıyor ve Güner'in karşısında savunma yapabileceği bazı iddialara yer veriyor.  Mesela İstanbul İstihbarat Şubesi'nin Trabzon'un talebi üzerine Dink'i öldürmeye hazırlanan Yasin Hayal ve ağabeyi Osman Hayal hakkında adı geçen fırın, oturduğu yer ile ilgili araştırma yaptığını ve buradan çıkan sonucu rapor olarak Trabzon'a bildirdiğini, tahkikatı tamamlayarak, dosyayı devrettiğini söylüyor. Dava dosyasına bakıldığında bunların doğru olmadığını görüyorsunuz.  Yani İstanbul, Trabzon'la herhangi resmi bir irtibat kurmuş değil, bu konuda resmi tek bir evrak yok.

Aynı şekilde Güner’le ilgili bir çelişki de, kitapta geçen “Danıştay cinayetini Ergenekon’a bağlamadığı için görevden alındı” sözleri. Oysa Güner görevden alındığında (6 Şubat 2007) Ergenekon denen şeyden haberdar değildik. Bu operasyonu Haziran 2007’de başladı.

YANITSIZ SORULAR

Avcı’nın kitabında belge olarak ortaya koyduğu en ciddi delil; cemaat imamı olarak adlandırılan Osman Hilmi Özdil’i Fethullah Gülen’e gönderilmek üzere hazırlanan bir değerlendirme notu. Avcı bir açıklamasında bu belgenin orijinalinin Emniyet’te kayıt altında olduğunu ifade etti. Eğer bu belge Fethullah Gülen’e gönderilmek üzere hazırlandıysa orijinali Emniyet kayıtlarına nasıl olabilir?

Bunun yolu, ihbar edilmesi ya da bir operasyon ile geçirilmiş olması. Bu ikisinden hangisi olduğunu ve belgenin orjinalinin kayıtlara nasıl girdiği cevapsız. Değerlendirme notu olan belge Emniyet’te ise Gülen’e ulaşmamış demektir. Ve kitabın iddia ettiği gibi cemaat bir belgeyi Gülen’e ulaştıramamışsa, bu güç nasıl bir güçtür?

Tabi Türkiye’nin 2003’ten bu yana geçirdiği darbe girişimlerinin de küçümsendiğini bir yere not etmekte fayda var. 

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

DEVLET: KUTSAL VE DOKUNULMAZ

Ancak şunu da teslim etmek gerekiyor. Kitabın içindeki olabilecek çelişki ve iddialara rağmen; Avcı hukuk ve demokrasinin yerleşmesi için önemli sayılabilecek bir devlet ve sistem eleştirisi yapıyor. Var olan sistemin farklı kurum ve kuruluşların manipülasyonlarına açık olduğunu kabul ediyor; bu manipülasyonu yapanının cemaat olduğunu söylüyor.

İşte tartışma da tam da burada düğümleniyor. Şunu kabul etmek gerekir; devlet özünde otoriter bir zihniyet içinden kurgulanmış bir yapıdır. Bu zihniyette devletin varlığı için toplumun önceliği her zaman ikincildir. Ve toplum adına ya da toplumdan birilerinin devleti fetih edebilecek bir merkez olarak görmesi sağlıklı bir toplumsal yapıdan üreyecek bir düşünce değildir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nın kurulması Batı’dan farklı olarak toplumdan devlete değil, devletten topluma olduğu için bizde “devlet” kutsal ve dokunulmaz. İşte dokunulmaz olanın da toplum içinden birileri tarafından ele geçirilmesi çok şaşırtıcı değil.

Diğer taraftan bu kitapla gündeme gelen “Gülen Cemaati’nin de devleti ele geçirme planı var” iddiası, cemaatin bugüne kadar öncelediği “sivil”liğe uygun bir düşünce değil.

KEŞKE TARTIŞABİLSEK

Fethullah Gülen Cemaati’nin bir fenomene dönüştüğü Türkiye’de eleştirel bir okuma elbette önemli. Ancak Türkiye koşullarında ne yazık ki, sağlık bir tartışma yine mümkün olmadı. Kanımca bu, kimilerinin öne sürdüğü üzere, mesleğinde elde edemedikleri için elde etmek ya da intikam almak amacıyla yazılmış olan bir kitap değil. İçeriğine katılıp katılmamak bir kenara, Avcı'nın dert edindiği, inandığı bir konuyu ele aldığını düşünüyorum.

Ama ne yazık ki, Türkiye’de bu tür tartışmaları, sağlıklı bir zeminde yürütmek mümkün değil. Çünkü kitap yazıldığı andan itibaren “siyasal” bir nesne ve içeriğinin de siyasal olması, Türkiye’de sosyolojik bazı olguları tartışmaya engel oluyor. Hele “cemaat” gibi giderek tabu haline gelen bir konuyu sosyolojik olarak tartışmak ise neredeyse imkânsız. Bu yüzden bu kitabı kaçınılmaz olarak siyasal iklim içinden okuyacağız. Ve bu kitabı alanlar; cemaat hakkında duydukları kuşkuyu haklı çıkarmak ve gerçekten ne yazıldığını okumak için alacaklar. Bu tartışma aslında cemaatin de kendine bazı sorular sorması için fırsat olmalıydı,  daha sağlıklı bir cemaat tartışmasına yol açmalıydı.

Çünkü Türkiye siyaseten henüz normal değil. Böyle netameli konuların gündeme gelmesi sizi hemen siyaseten cepheleşmiş Türkiye’de bir yere konumlandırıyor. Hanefi Avcı’nın ve kitabının şanssızlığı da bu. Ama bunu Avcı’nın kendisi de tercih etmiş olabilir. Bunu da bir yere not almakta fayda var.

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Sayın murat akson siz bu yazıyı 2010 da falan yazmışsınız ozamanlar hanefi avcıyı tam anlayamamışsınız sanırım... şu an yıl 2014 keşke kitabı tekrar değerlendirmek için bir yazı yazsanız...

24%
76%

türklerin doğuşu ergenekon bitişi de ergenekon olacaktır. düşüncelerinin semerelerini yaşiyoruz. amerike ve avrupalı mütefikleri bu kaderi bize seneler önce biçmişlerdı. biz türkler olarak ancak oluşumları yaşamakla muktedıriz mi acaba. türkiyenın deneasını bozanlar. siyasi politik ve dincilik üç ayaklı bermuda uçgeni. üçüde ihaneti işlemiş bu vatanın kıymetini bilmemişlerle yaşiyoruz. biz millet olarak güdülmeklik olduk başinı kaldıranın başi vurula beli kıcı kalkanı baş taci yapıla fetfaları. herşey mubah, nasilsa laik laikiz. diyen dincilerimiz var. allahın belasına elbette maruz kalırız, kimileri kuranı nuskadiye saranlar kimileri suya üfle sek uzvuna dola sür erkekliğin kudreti bol güçlü olsun diyen cemaatci dinci lerin belasına ses vermeyen tertipletmeyen yalanlamıyan sesizkalan bir müslüman vallahi vebaldedir. mutlaka allah katında sorumlu.
işte böyle olan bir toplum asla felah refaha ulaşma şansı yok.
dile getirip bunları deşifre etmek ancak kalemini konuşturanların işi.
kuranı incilleştıren prof.dr.suat yıldırım beyi kim kınadı. tükce mealini cevizkabuğun da savunan ali bulaç sonunda hata olduğunu kabul etti zoraki haliyle bunlar hangi dini anlatıyor ruhbanca olacaktır elbet. bahaii likde olabilir çünkü
bahaiiliğin peygamberlerinden saidinursi olduğu bahaiilikte bilinmekte, vahim bir haldeyiz bir uyanan toplum olsak ahbi olsak.

34%
66%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.