Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gizli müttefikler



Toplam oy: 860
Kazuo Ishiguro
Turkuvaz Kitap

Ben hizmetçilerle büyümedim ama hizmetçilerle büyüyen akrabalarla büyüdüm. Sıklıkla gittiğim bir evin sahiplerinin iki şoförü, bir aşçısı, üç temizlikçisi vardı; daha büyük evler, daha zengin ev sahipleri, daha geniş hizmetçi kadroları gördüm. Hizmetçiler arasındaki iş bölümünü, işlerin nasıl düzenlenip, bitirildiğini ve bir hizmetçinin işvereninin karşısında nasıl durduğunu böyle böyle, onları seyrederek, onlarla konuşarak, onlar tarafından hizmet edilerek öğrendim.


Hizmetçiler önemlidir. O kadar önemlidir ki hizmetçiler, hizmetçileri anlamadan hiçbir şeyi anlamak mümkün değildir. Hizmetçilerinin çeşitliliği, uzun tarihi ve itaatkârlığıyla bilinen İngilizlerin bu konuda yazdıkları kitapları düşünelim. İngiliz romanının hem en eğlenceli (Pamela) hem en korkunç (Yürek Burgusu) hem de en trajik örneklerinden bazıları (Uğultulu Tepeler) mürebbiyelerin, uşakların, temizlikçilerin, hizmetçi kadınların bakış açılarıyla anlatılmıştır. Son yirmi beş yılda bu roman türünde yazılmış iki önemli kitap, Kazuo İşiguro’nun Günden Kalanlar’ı ve Aravind Adiga’nın Beyaz Kaplan’ıydı. Onlar hakkında düşünürken hizmetçiler üzerine bir yazı yazmayı hayal ettim; iki yazar, yirmi yıl arayla bana çok benzer görünen bir konuyu ele alıyor ve bunu yaparken iki ayrı ses çıkarıyorlardı. Bu sesleri dinlerken çocukluğumda duyduğum hizmetçi seslerininin mucizevi birbiçimde geri döndüğünü, bana bir şeyler anlattıklarını işittim.


İkisinin de Booker Ödülü almış olması ilginçti tabii. İkisini de İngiltere’de doğmamış yazarlar İngilizce yazmışlardı. İkisinin anlatıcısı da hizmetçiydi; ilki bizim kâhyalık dediğimiz işi yapıyor, evin baş uşağı veya isterseniz hizmetkârların efendisi diyelim ona. İkinci karakterimiz Hintli şoför ise İngiltere’de yıllar içinde oluşturulmuş hizmetçilik ‘kurum’larıyla bir İngiliz kâhyanın yapmaması sağlanan her türlü işe yetişmek zorunda. Şoförlük dışında ayak masajı da yapıyor, temizlik de, bir yandan getir götür işlerine koşarken diğer yandan efendilerinin işlediği suçları üstleniyor, ayrıca sofraya yemek getiriyor, canı sıkılan ev sahiplerini eğlendirmek için İngilizce konuşuyor: hadi biz şuna kısaca, köle diyelim.


Böyle diyerek hizmetçilik ve kölelik arasındaki ince ayrıma geliyoruz. Hizmetçilere köle gibi davranıldığı, hayatlarının kaydırıldığı, varlıklı efendileri tarafından son nefeslerine dek takip edildikleri romanlar okumuş olsak da (mesela gotik bir roman olan Caleb Williams’ın konusu budur) hizmetçiliği çoğunlukla maaşlı bir iş olarak anlarız. Çalışmayana, çalışmayı istemeyene, çalışamayana kapı gösterilir ve giden hizmetçinin yeri birkaç gün içinde doldurulur, kimse yeri doldurulamaz değildir ne de olsa. İşverenlerin çalışanları hakkında yazdıklarıve bugünkü ‘referans’ mektuplarının kökeni olarak düşünebileceğimiz mektuplara, İngilizler ‘karakter’ diyordu, bir hizmetçinin ‘karakter’i onun hakkında işvereninin sahip olduğu ve yazıya döktüğü görüştü ve onun ‘karakter’ini tanımak isteyen yeni bir işverenin tek yapması gereken şey de o ‘karakter’de yazılanlara göz gezdirmekti. İşverenlerin hizmetçilerinin hayatlarını sonsuza dek mahvetmek için onlara kötü bir ‘karakter’ yazmaları yeterliydi. Yalnızca bu bile onların arasındaki önemli bir farkı gösterir: etimolojik kökeni ‘esclave’ olan köle, bir ötekinin malı olan kişi anlamına gelirken kökeni ‘servir’ olan hizmetçiyi tanımlayan şey bir öznitelikten çok bir eylemdir. Hizmetçi bekler, ilgilenir, hizmet eder; köleye sahip olunur. Yine de bu o kadar da rahatlıkla yapılabilecek bir ayrım değildir. Bir hizmetçinin hizmet ettiği süre boyunca, bir anlamda hizmet ettiği kişinin malı haline geldiğini ve öte yandan bir efendinin malı olan kölenin de, efendisiyle ilgilenmek, ona hizmet etmek zorunda olduğunu düşündüğümüzde, bu ayrım bize hiç de ikna edici görünmez. O zaman şimdi, efendisine kölece bir sadakatle bağlı olduğunu düşündüğüm James Stevens’a bakalım: Darlington malikânesinin uzun koridorlarında, geniş merdivenlerinde, boş odalarında, kilerinin karanlığında ve bahçelerinin yeşilliğinde konuştuğunu duyabildiğimiz o sese.


Stevens’ın sesi tekrarlar üzerine kuruludur, kendi kendimizi bir fikre, bir hakikate, bir yalana inandırmaya çalıştığımızda yaptığımız gibi, aklındaki düşünceyi farklı biçimlerde yeniden düşünmeyi sever Stevens. Onu buna sürükleyen şey, işvereni Lord Darlington’a olan sadakatidir. Darlington’ın Birinci Dünya Savaşı’nın ardından önce Almanya’ya, sonra da Hitler ve Ulusalcı Sosyalistlere sempatiyle bakışını anlamayı ve anlatmayı ister. İster çünkü efendisi Nazilere hak verdiyse bunun mutlaka mantıklı bir açıklaması olmalıdır. Hizmetçi bir taşıyıcıdır öncelikle, bir anlatıcı, efendisinin sesi; meşru kılar, temize çıkarır, mantıklı hale getirir. Yine de, ustaca kullandığı söz sanatlarına karşın Stevens’ın yanıldığını hemen görebiliriz. Efendisi Darlington gibi İngiliz soylularının Almanlara yönelik sempatisi, “onları da anlayalım” diyen güya diğerkâm ideolojisi, onların Romantikçilikle hiçbir ilgisi olmayanulusalcı romantizmi, kesinlikle masum ve duygusal değildi, bütünüyle kurgulanmış ve politikti. Darlington’ların malikânesini ziyaret eden İngiliz milletvekilleri, bürokratlar ve Avrupalı siyasetçiler de bunun gayet farkındaydı. Soylu sınıfın bir temsilcisinin Nazizme olan sempatisi, tekil bir olay değildi, İngiliz soyluları arasında yaygın bir tavırdı ama neyse ki soylu sınıfları sivil siyasetten ayırmanın incelikli yollarını icat etmiş olan İngiliz siyasi hayatında Ulusalcı Sosyalistler’e yönelik hayranlık, olduğundan daha geniş bir kabul görmüyordu.


Yine de bir hizmetçi için oldukça kabul edilebilir ve önemli bir fikirdi bu. Bu yüzden de Lord Darlington evdeki Yahudi hizmetçileri işten atmaya karar verdiğinde Stevens onun bir dediğini iki etmez, kararı ilgili kişilere tebliğ etmekle yetinir. Hizmetçinin işi kendisine iletilen kararın niteliğini sorgulamak değildir ne de olsa; kararı verecek olanlar, hizmetçilerin sahip olmadığı ayrıcalıklı bir bilgi alanına hâkimdirler. Stevens bu alanın niteliğinden haberdar olmasa da hizmetçiler ile efendileri arasındaki ayrım ortadan kalktığında yalnız karar alma mekanizmalarının zarar görmeyeceğini, İngiliz toplumunun işleyişinin de sekteye uğrayacağını çok iyi bilir. Stevens böyle davranarak hizmetçi toplumun niteliğini doğru anladığını göstermiş olur. Bunu gösterme biçimlerinden en önemlisi Stevens’ın İngilizceye olan hâkimiyeti, onun kurallarına yönelik sadakatidir. Biraz sıkıcı, ruhsuz bir düzyazısı vardır, bir şeyi tarif ederken veya incelemeye tabi tutarkenki sesi Tolstoy’a, Larkin’e, Nabokov’a benzemez, bir kâhyaya benzer. Öncelikle dilin sözdizimsel özelliklerine büyük bir sadakatle bağlıdır. Cümlelerin söylediği şeyden çok onların iyi düzenlenmiş, doğru dizilmiş, hatasız olmalarına dikkat eder. Anlatımı ayrıntılı ve kesindir ve neredeyse hiçbir zaman bir tutku içermez. Her şeyi bağlantıları, bütünlüğü ve bağlamı içinde görür, gerçekten önemli tek şey olan duygular dışında.


Sonuçta asıl soru her zaman şudur: hizmetçiler nasıl konuşurlar? Hizmetçilerin sesi nasıl çıkar? Hizmetçi olmayan birinin hizmetçilerin sesiyle konuşmaya hakkı var mıdır? Stevens’ın kütüphaneden ödünç aldığı kitaplarla düzenli olarak kusursuzlaştırmaya gayret ettiğini söylediği İngilizcesinden sonra, Beyaz Kaplan’ın kahramanı Balram Halwai’nin sesini duyduğumuzda hafifçe irkiliriz. İrkiliriz çünkü bu, kendini sahibinin sesi kılmış bir hizmetçinin sesi değildir. İrkiliriz çünkü bu, sahibine sadakatini anlatmak yerine onun gırtlağını nasıl kestiğini anlatan bir katilin sesidir. İrkiliriz çünkü Halwai, Hindistan’ın en yoksul eyaletlerinden biri olan Bihar’da doğmuştur ve “karanlık” olarak adlandırdığı, Hindistan’da sefaletin en yoğun olduğu bu bölge bize çok tekinsiz gelir. Halwai anlatısının en başında bize İngilizce konuşamadığını söyler ve bu durum elbette bize bir paradoks sunar. İngilizce konuşamadığını söyleyen bir şoförün İngilizce anlattığı bir hayata neden inanalım? Bir temsil ve inandırıcılık sorunu olarak başlayan İngilizce meselesi, daha sonra bir sahtelik ve postmodernite problemine bağlanır. Sonuçta kahramanımızın işvereni Bay Ashok, Hindistan’ın müteşebbisler şehri Gurgaon’daki yaşantısında her şeyi İngilizler gibi yapmaya çalışan bir tiptir. Burada kurulmuş olan düzende ayrıcalıklı bir yere sahiptir ve onun gözü karanlık şehirlerde yaşayan Halwai gibileri hiç görmez. Honda marka arabasının üstüne titrer, akşamları karnı acıktığında Pizza Hut’ı arar, ismini İngiliz kraliyet ailesinden ödünç alan Buckingham Towers adlı bir binada yaşar, sürekli olarak Sting dinlemekten hoşlanır. Ve bu Batılılaşmış, girişimci, liberal adamın hizmetçisi de aniden dile gelen bir kedi gibi mucizevi biçimde İngilizce konuşmaya başladığında, bu olay bize her şeyin sahte olduğu bu topraklarda  gayet sahici görünür.


Stevens’ınkinden çok farklı, kısa cümlelerle ilerleyen, ahenkli olmayan, tekrarlardan hoşlanmayan, geleneği hatırlatmayan, hızlı ve enerjik, manik ve genç bir sestir bu ve bu seste âşık olunan ama âşık olduğu fark edilmeyen kadınlar, görmezden gelinen ilişkiler yoktur; yalnızca para kazanmak ve yırtmak isteyen bir adamın çaresizliği vardır. Bu çaresizlik, Hindistan’da birbirine zıt gibi görünen ama birbirini besleyen iki siyasi duruşun çaresizliğidir de aslında. Bunlardan biri, kendi ailenizden olmayan kimseye güvenmeyin, feodal alışkanlıklardan vazgeçmeyin, geleneklere sarılın der. Öteki, Hindistan’ın ‘yabancıların’ bir araya gelip birlikte iş yapacakları bir piyasa toplumu olmasını, girişimciliğin ve kapitalizmin yeni cenneti olmasını talep eder. Bu iki görüş arasında Beyaz Kaplan’ın tuhaf bir konumu olduğunu en baştan anlarız. Bize serbest teşebbüsün Hindistan’da gerçekten de işleyen bir model olduğunu hissettirir roman ama bunu yaparken şüpheci muhafazakârların haklı olduklarını, liberalizmin yarattığı Vahşi Batı’nın Hindistan toplumunun temellerini ortadan kaldırmakta olduğunu, hain evlatlara ve cinayetlere yol açtığını da gösterir.


Buradan bakınca Adiga ile İşiguro’nun bakış açılarındaki benzerlik ağır ağır ortaya çıkmaya başlar ve iki romanın da hizmet toplumlarının bu biçimde devam edemeyeceğini ima ettiklerini anlarız. Efendilerimize koşulsuz sadakatimizi sorgulayan bir gelenek olmasaydı, İngiltere’deki hizmet toplumu pekâlâ Nazizme yol açabilirdi, der İşiguro. Adiga ise meseleyi başka bir kıtaya götürür ve hizmet etmenin Hindistan gibi bir toplumda ne kadar özgürleştirici bir rol oynayabileceğini gösterir, ancak bunu yaparken sadakatimizi sunacağımız patronlarımızı seçmemize izin veren bir toplumda pekâlâ sadakatlerimizi düzenli biçimde değiştirebileceğimizi, sonuna kadar kendi çıkarımızın peşinde koşabileceğimizi, gerekirse cinayet işleyebileceğimizi, işin içinden sıyrılabileceğimizi ve kurduğumuz bir araba şirketiyle yeni efendilere hizmet ederek sistemin mantığı çerçevesinde doğru davranmış da olabileceğimizi söyler. Halwai hizmet ederek ailesinden, onu evlendirmek isteyen akrabalarından, yoksulluktan, dinden, feodal ve sefil bir hayatın tüm sıkıntısından kurtulur ama hizmet ettiği ve arabasını sürerken dikiz aynasından sık sık gözlerinin içine baktığı efendisinin hizmet edilmeye değer biri olduğunu, sadakatini hak ettiğini, uğrunda ölünecek değerleri benimsediğini hiçbir zaman düşünmez. Bu yüzden de Stevens’ın mutlak sadakati kadar Halwai’nin sahte sadakati de sadakat kavramını tartışmaya açar ve onun şimdiki halini geçersiz kılar. İngilizlerin keskin ve başarıya ulaşmış toplumsal hiyerarşisi ile eski sömürgeleri Hindistan’ın görünürdeki karmaşası, yan yana geldiklerinde, hizmetçilerinin sesleri aracılığıyla, birbirini yaratan, besleyen ve çözümsüz kılan şeylerin ifşa edilmesini sağlar. Hizmetçi, sahibinin sesini çıkarırken, onun zayıflığının, yok olmaya mahkûm, hüzünlü faniliğinin sesini çıkarmış olur aslında. Sadık Stevens’ın sesi, böylece kulağa hain Halwai’ninki kadar anlamsız ve boş gelir.


Bugün, çocukluğumda yanlarında zaman geçirmeyi sevdiğim hizmetçilerin seslerini hatırlamaya çalıştığımda duyduğum fısıltı da buna benziyor. Hayatına devam etmek için inanmak zorunda olduğun ama inanmadığını da çok iyi bildiğin bir fikri tekrarlamak, onu savunmak, onun sesi olmak. Kısık sesler ve fısıltılar, işverenlerin yokluğunda kurulmuş cümleler; ailenin babası, annesi, çocukları ve misafirleri karşısında farklı tonlarda çıkan sesler. O sesleri nasıl ayarladıklarını ve sesleri doğru ayarlamak için sarf ettikleri çabayı hatırlıyorum; ev boşken mırıldandıkları şarkıları ve mutfakta veya arabada bir sorun olduğunda yüzlerini ele geçiren endişe işaretlerini hatırlıyorum; telefonla uzak bir şehirdeki akrabalarını aradıklarında bana çok saf gelen seslerinin aslında geri döndürülemeyecek biçimde efendilerininkine benzediğini hatırlıyorum. Gerçekte bir şeylere hizmet edenlerin onlar değil, başkalarının sözcükleriyle konuşan ve aslında hiçbir özgürlüğü olmayan işverenleri olduğunu düşünürdüm. Gerçekte özgür olanlar, özgün ve ilginç olanlar hizmetçilermiş gibi gelirdi bana. Hâlâ da öyle geliyor. Yazarlar hizmetçiler hakkında yazmayı severler, çünkü kendilerini hizmetçilerin gizli müttefikleri olarak görürler.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.