Anketlerle belirlenen 'en iyi'ler listelerine pek itibar etmesem bile, Türkçeye çok geç çevrilmiş Janet Frame ile ilgili bu yazıya bir anketi referans göstererek başlayacağım.
Bir zamanlar Times dergisinin yaptığı ankette “20. yüzyılın en büyük yazarı” seçilen Yeni Zelanda’lı yazar Janet Frame on bir romanı, çok sayıda öykü ve şiirinin yanı sıra –sinemaya da uyarlanan- üç ciltlik otobiyografisi ile tanınıyor.
1963’te yazdığı ancak çok kişisel olduğunu düşündüğü için kendisi hayattayken yayımlanmasını istemediği, bu nedenle ilk basımı 2007’de yapılan Bir Başka Yaza Doğru söz konusu otobiyografiyi tamamlayan, daha doğrusu otobiyografinin temas edemeyeceği derinliklerde dolaşan bir anlatı.
Evden Uzakta
Roman kahramanı Grace Cleave Yeni Zelanda’dan gelmiş Londra’ya; “Bu ülkeye geldiğinde gövdesi büyümeyi bırakmış, kemikleri ölene dek yetecek Antipod tryusunu bünyesine almıştı; güney güneşi altında bir zamanlar kızıl alev alan saçları bu yeni kürede solmakta ve toz rengini almaktaydı, otuz yaşındaydı ve Amerikalı bir (kendince) yazarla geçen birkaç evlilik dışı ayı saymazsak, bekardı”...
Çevresindeki insanlarla ileşim kurmakta zorlanan, konuşurken dilsizleşen yalnız bir kadın Grace. Yazar olma hevesiyle gelmiş Londra’ya ama Londra’nın boğucu havası havasının da etkisiyle, yeni romanını yazmakta zorlandığı günlerde tanışıyoruz Grace ile. Tam bu sırada bir gazeteci tarafından Londra yakınlarındaki Relham kasabasına hafta sonunu geçirmesi için davet edilir. Bu basit ve nazik davet, insanlarla iletişim kurma özürlü Grace’i neredeyse bunalıma sürükleyecektir. Nasıl sürüklemesin ki; “eğer aklınız dilimlere bölünmüş tehlikelerle dolu dış dünyadan korunaklı gizli iç dünyaya getir götüre koşturan bir gezgin ise hiçbir şey basit değildir; eğer gece olduğunda düşünceniz karanlıkta pusuya yatmış kürklü bir hayvan gibi dışarı süzülüyorsa, avını bulmak, yakalama, öldürmek ve onu gizli dünyadaki gizli eve gerisigeri sürüklemek, sonra da bula bula gizli dünyanın kaybolduğunu ya da herkese açık bir karabasan olacak kadar genişlediğini fark etmek için; sonra eğer garip yaratıklar, duvardaki sinekler gibi baş aşağı yürüyorsa; kızıl kanatlar çarpılıp perdeler uçuşuyorsa; aynayı uttuğu ve canı yandığı ve cam ve ışık parıltıları geçirdiği için ağlamakta olan yeşil düğmeli mavi bir yelek giymiş mahzun bir adam odanın ortasında oturuyorsa, eğer su yelveleri kımıldanıp bağırıyorsa; dünya tersyüz edilmiş, uçsuz bucaksız mermer merdivenden aşağı serilmişse; lime lime bir halı; bomboş gümüş dans ayakkabıları, av boruları…”
Bir yandan Londra’dan uzaklaşmak ister, diğer yandan hem seyahat sıkıntılarını hem de gideceği evdeki tanımadığı insanlarla nasıl bir dil tutturacağını hesaplar. Nihayet kararını verir ve yola koyulur…
İkinci bölüm Grace’in Relham’da geçirdiği iki günü anlatıyor. Ne var ki ne zaman iki günle ne mekan bu küçük kasabayla sınırlı. Philip, karısı Anne, bir kız ve bir oğlan çocuklarıyla tipik bir orta sınıf hayatı sürdüren Thirkettle ailesinin Yeni Zelanda kökenli olmasının da yarattığı çağrışımlar, Grace’in anılarını tetikliyor. Bazen ailenin yaşantısından, bazen evdeki eşyalardan etkilenerek Yeni Zelanda’daki çocukluk günlerine kadar uzanacak, memleketine ve çocukluğuna yakıcı bir özlem duyacak kendisini bir göçmen kuş gibi hissedecektir. Kafka’nın böcekleşen insanı Gregor Samsa’nın tersine, Grace’in değişimi göçmen kuşluktan insanlığa doğrudur ve bu anlamda çevresine uyum sağlaması çok daha güçtür. İnsanlar, sözcükler, binalar arasında kıstırılmış bir göçmen kuştur o. Yoksulluğu, hoyratlığı, eşitsizliği, acıyı yaşadığı o toprakların bir cennet olmadığının farkındadır ama yine de yüreğinin en derinlerinde hissedecektir özlemi. Burada gökyüzünden güneşi, sıcaklığı, geriye dönüş işaretlerini okuyamaz halde, daima bir öteki mevsimin içinde yaşarken, bir göçmen kuş olarak Grace nasıl geri dönebilecektir geldiği topraklara? Kuşkusuz edebiyata sığınarak.
Hem mekandan (yeni Zelanda’dan) hem de zamandan (çocukluğundan) uzaklaşmış bir göçmen kuş olduğunu kabullenmenin verdiği rahatlama hissi ile romanına döner. Artık her hatırlama anı beraberinde bir aydınlanma anını getirecek; zamanlar, mekanlar, kişiler ve metinler birbiri içine geçecek, yazar roman kişilerini daha iyi kuşatacak, sözcükler kaleminden daha coşkulu akmaya başlayacaktır…
Yazar iç dünyasını nasıl kurgular?
Bu ürkek, hassas, kırılgan, iletişim özürlü roman kahramanı yazar Grace Cleave ile Janet Frame arasında bir benzerlik olduğu çok açık. Grace’in çocukluğunu hatırladığı bölümler Janet Frame’in otobiyografisini veya ilk romanı “Baykuşlar Öterken”i okuyan ya da otobiyografisinden uyarlanan filmini izleyenlere aşina gelecek. Grace’in çocukluk günlerine döndüğünde anımsadığı sahnelerin ne kadarı yaşanmışlık taşıyor bilemiyorum ama otobiyografisine baktğımızda dramatik bir hayat sürdürdüğünü görebiliyoruz.
1924’te Yeni Zelanda’da beş çocuklu bir işçi ailesinin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiş, yoksulluk çekmelerine rağmen iyi bir eğitim almış, 1945’te sınıf öğretmenliği yaparken bunalım geçirip psikolojik gözlem için Dunedin Hastanesi’ne yatırılmış. Yedi yıl çeşitli ruh ve sinir hastalıkları kliniklerinde tedavi gören Frame, o yıllarda tıp biliminin psikolojik rahatsızlıklara bakışındaki çarpıklığın kurbanı olmaktan son anda kurtulması, yazdığı kitabı sayesindedir. Yirmi altı yaşındayken yayımlanan ilk kitabı The Lagoon and Other Stories (Göl ve Diğer Hikayeler) Yeni Zelanda’nın en önemli edebiyat ödüllerinden Hubert Church Memorial Ödülü’nü alınca doktorlar Janet Frame’e lobotomi uygulamaktan vazgeçmiştir. Yeni Zelanda’dan ayrılıp Avrupa’da yaşayan Janet Frame uzun kariyerine on bir roman, beş öykü kitabı, iki şiir kitabı ve üç ciltlik bir otobiyografi sığdırdı. 1963’te ülkesine döndü ve Otago Üniversitesi’nden burs aldı. 1990’da Yeni Zelanda Hükümeti Devlet Nişanı sahibi oldu. 2004’te Dunedin’de öldü.
Bir Başka Yaza Doğru'da yukarıda çok kısa özetlenen hayat hikayesini andıran bölümler buluyoruz. Ama Frame kendi hayatını iki ciltlik bir kitapla bizzat kendisi anlamıştı zaten. Öyleyse romanı ile biyografisi arasında bir fark olmalı. Otobiyografisinde yazılı olanlar Frame hakkında kamuya mal olmuş, bilinen hikayelerin kapsamlı toplamıydı, kuşkusuz biraz da bilinmeyen detaylar eklenmişti. Bir Başka Yaza Doğru'da onlardan farklı –ve fazla- bir şeyler var. Daha doğrusu otobiyografisinde yazamadıklarının eksikliğini gidermek istemiş sanki. Otobiyografisini anlatan Janet Frame’in güvenilirliği kesinken Bir Başka Yaza Doğru'da hayat hikayesini aktaran Grace aynı derecede güven telkin etmiyor. Bunları gerçekten yaşamış mı, hatırlıyor mu yoksa içinde bulunduğu durumdan yola çıkarak kurgu mu yapıyor belirsiz. Belli olan; Frame’in Grace karakteri üzerinden kendisini bir roman kahramanı gibi kurgulayıp hem bilincinin derinliklerini, hem korkuları, tuhaflıkları, hatta arızalarıyla hassas dengeler üzerine kurulu iç dünyasını sergilediği. Böylelikle romanla otobiyografi arasındaki farkı da ortaya koyan Bir Başka Yaza Doğru, yazar ve hayatı arasındaki ilişkiyi sorguluyor.
Hikayede hiç yer almayan ama hep orada olan bir mesele daha var; hiçbir politik değinisi ya da göndermesi yok gibi görünen Janet Frame romanları, “kimlik” üzerinden okunduğunda farklı yorumlara imkan sağlıyor. Sömürgecilik sonrası bir yazar olarak Janet Frame, Grace’in varoluş sorgusunu bir kimlik sorgulamasına çevirmiş. Grace’in içinde bulunduğu durum, aidiyetini yitirmişlik, kıstırılmışlık hissi, başkaları karşısındaki rahatsızlık, suskunlaşma bir göçmen kimliği olarak da okunabilir.
Ve bütün bunları mükemmel bir anlatı tesis ederek yapıyor Frame. Bilincin en karanlık köşelerinde saklananları ortaya çıkarmak için şiirle düzyazı arasında bir dil kullanmış. Romanı okurken pek çok ifadenin altını çizmek isteyebilirsiniz. Grace’in içindeki dehşeti ve hüznü sergilemek için çağrışımlara, benzetmelere, imge ve metaforlara başvurmuş. Virginia Woolf ayarında bir yazarla tanışmak istiyorsanız mutlaka okuyun Janet Frame’i.
Yeni yorum gönder