Bir arkadaşımın arkadaşının anlattığı hikayede, kırklarına doğru bir sanat akademisinde çalışmaya başlayan, ilerleyen aylarda da öğrencilerin resim bilgisiyle kendi eksiklerini karşılaştıran bir memur yaşıyormuş. Bu görevli zamanla, işi hızlandırmak için ünlü tabloların kötü kâğıda basılı görüntülerini toplayan, topladıkça haletiruhiyesini dağıtan bir karaktere dönüşüyor. İşin kötüsü, memurumuz, özellikle içlerinden bir tanesini odasının duvarına asıp saatlerce inceleyebilmek için sosyal çevresinden uzaklaşmış. Söylendiğine göre, majör depresyonu usul usul kulaklardan kan fışkırtan hipertansiyona dönüştürerek feci bir şekilde ölmüş. Pikselinin ayarı kaçmış resmin karşısında. Ölümden daha fecisi, bir pasajdan aldığı bu görselin karakterin kendisine bir imitasyon Picasso kisvesi altında satılmış olması.
Böylesi bir ölümün olanaklarını sürekli soruştursam da, klasik ve modern resimden anlamaya çalışmak, sonrasında anlamak diye zor bir uğraşıdan söz açabiliriz. Açamasak bile, kendi kanıyla boğulan memur karakterin bu emeğin yordamını kolaylaştırıp kendi felaketi olarak imgeleştirme çabası olduğu ortada. Van Gogh’un boyadığı Ekin Tarlası ve Kargalar adlı yapıtı yordamından ve Walter Benjamin’in “sanatın yeniden üretilebilir çağında ömür sürmenin koşulları” yorumundan John Berger’ın ürettiği yorum az çok şöyle: “Resmin aslındaki imgeyi göstermenin yanı sıra başka imgelerin gösterdiği bir şey de olur. Bir imgenin anlamı onun hemen yanında görülen ya da hemen arkasında gelen şeye göre değişir.” Bu yüzden büyük yapıtlar daima keşfe açıklar. Onları, öylesi bir edime açık kılan bu coşkuları. Yaşamın canlılığından esinlendikten sonra, önce sanatçısı ve sonra alımlayıcısı için birer yaşama dönüşmesi.
Julian Barnes harika bir eve doğmuş. İki öğretmen ebeveyn aracılığıyla geliştirilen geniş kütüphane, salonun ortasına bırakılan piyano, duvara asılı üç tane yağlı boya tablo... Laf aramızda tabloların her biri birer replika. Böyle olmaları aslında zihin açıcı. İçlerinden birisinde giyinik olmayan kadın tasviri. Benzer çalışmayı büyüdükçe ailesi tarafından götürüldüğü müzelerde de görmüş Barnes. Olgunluğunu buna ve diğer çalışmalara borçlu. Rembrandt, Chardin, Cassat, Vallatton ve onlarcasına. Sanat galerilerinde epey vakit geçirmiş. Bir resmin önünde durmak ve ona bakmak: “dönüştürücü sanat”ın ta kendisiydi bu. Bilinci, estetiği, zekayı, duyarlığı yeniden yapıp inşa eden. Bir edebiyatçı olarak resim sanatına, yani başka bir sanatın müridi olarak bambaşka bir sanata bakmış. Flaubert’in Papağanı, İngiltere İngiltere’ye Karşı, Bir Son Duygusu, Manş Ötesi, Hayat Düzeyleri gibi Türkçeye aktarılmış romanıyla artık adını bellediğimiz Julian Barnes, bu sefer doğayı ve insanı estetize etmeye çalışan ressamların çalışmalarından bir düzyazı serisi yapmış.
Barnes, dünyanın gerçekliğinden tabloların rengine kaçmayı çok seviyor ve
Gözünü Açık Tutmak bir bakıma bunu salık veriyor.
Cahildim, dünyanın rengine kandım
Gözünü Açık Tutmak adını verdiği bu kitapta, perdeyi 10 ½ Bölümde Dünya Tarihi romanının beşinci kısmında öyküleştirdiği “Deniz Kazası”yla aralamış. Théodore Géricault’nun resmi üzerinden aralıyor. Bir deniz felaketinin, yamyamlığa kadar uzanan vakıalarıyla Medusa’nın Salı adlı resmine bakarak, tüm detaylarıyla nasıl bir şahesere dönüştüğünü madde madde aktarıyor. Sonra klasistlere, realistlere ve modernlere bakıyor. Sırasıyla Delacroix, Courbet, Manet, Fantin-Latour, Kübizm fitilini ateşleyen Cézanne, Degas, Redon, Bonnard, Vuillard, Vallotton, Braque, Magritte, Oldenburg’u izliyor. Freud, kafanız karışmadan söyleyeyim Lucien ve Hodgkin ile sürdürüyor bir okur olarak serüvenini. Aslına bakarsanız, Barnes bu yazıları dönem dönem yayımladığı dergilerden çekmiş. Bu ressamların bir kısmını çok iyi biliyoruz, bir kısmını ise ilk defa duyduk. Tamamında Barnes, üç eylemi kibarca ve layıkıyla gerçekleştiriyor: a) kuramlar ve kavramlar doğrultusunda resimlerin yapıldıkları dönemde sanat ve hayat algıları, b) ressamların haklı şımarıklıkları, tatlı küstahlıkları, derin dalgınlıkları, türlü edepsizliklerle dolu kronikleri, c) kendi yazgısı ve deneyimleriyle bu resimlere karışan, onlarla karılan yaşamı.
Ressamların ekseriyetinin Fransız olması yine bir İngiliz olan Barnes’ın hakkında sıklıkla duyduğumuz bir şikayeti hatırlatıyor: Al işte, yine bir Barnes, yeni bir Fransız hayranlığı! Hatta yine Gustave Flaubert. Önsözünde, bölümlerin ilk ve son cümlelerinde yazarın sanat görgüsüne dair alıntılar mevcut bolca. Şu düsturla başlaması bile ilginç ve sevimli: “Flaubert bir sanat biçimini, bir başkasından yola çıkarak açıklamanın olanaksız olduğuna ve büyük tabloların hiçbir açıklamayı gerektirmediğine inanıyor[du].” Sonuna doğru yer verdiği ressam Hodgkin ile Fransız yazar arasındaki benzerlikleri sıralıyor. Çokça ressamdan, resim sanatından bahsettikten sonra, neredeyse 300 sayfa sonra ettiği cümle yine Flaubert’e öykünüyor: “Bu yüzden bu kadar sözcük yeter.” Flaubert, “Bir sanatsal biçimi bir başkası aracılığıyla açıklamak, canavarlıktır,” diyebilir. Ancak iyi bir okurun tamamlamadan bırakamayacağı bu kitap, aynı zamanda resim sanatına gönül vermişlerin, baş koymuşların ayıla bayıla okuyacağı bir renk ve desen cümbüşü.
Bir resme saplantılı biçimde bakmak üzerine kurulan hikayemize dönecek olursak, böyle bir ölümün garipliğinin onun yaşanmış olduğu gerçeğine gölge düşürmüyor. Arkadaşımın arkadaşına anlattıklarından yola çıkarak tablonun ayrıntılarını çıkarıp döktüğümde, bir çöl ortasında birbirine hem yakın hem uzak görünen yarı insan-yarı hayvan boyaları belirginleşiyor. Kıyamet tasavvuru gibi, hepsi acı çekiyor. Araştırdım, Picasso’nun böyle bir çalışması yok. Dali desen, Dali değil. Kahramanımız bütünüyle kanını yanlış yere dökmüş. Bu olası resim ve Flaubert ne derse desin, iyi resme tutkuyla ve doğru biçimde bakmanın, onu anlamaya çalışmanın ömrü uzatmak gibi bir işlevinden neden söz etmeyelim ki. Barnes, dünyanın gerçekliğinden tabloların rengine kaçmayı çok seviyor ve Gözünü Açık Tutmak bir bakıma bunu salık veriyor.
SabitFikir arşivinden ek okuma: Ortalama ile gayet insani olan arasında
Yeni yorum gönder