19. yüzyılın sonlarına doğru edebi bir tür olarak şekillenen “western,” haydutları, kovboyları, kanun adamlarını veya kanun kaçaklarını başrollere taşıdığı öykülerde, beyaz adamın vahşi doğayı ve o toprakların yerlilerini nasıl alt ettiğini, beyaz adamın beyaz adama karşı mücadelesinde ise ilkeli ve onurlu olanın nasıl galip geldiğini anlatıyordu. Bir erkeklik güzellemesi olarak da okunabilecek bu öykülerde kadınlara ve bu düzene uyum sağlayamayan erkeklere nadiren yer vardı. Örneğin, altın ararken aklını yitiren veya intihar eden erkeklere, çetin şartlara rağmen altın bulanların başarısını katmerlemek için, geçerken uğranıyordu sadece. Ya da kadınlar, beyaz adamın gücünü takdir etsinler diye oradalardı. 1918’de başlayıp 1992’de son bulan ömrüne, en önemlileri western türünde olmak üzere, çok satan on altı roman sığdıran Glendon Swarthout’un geçtiğimiz günlerde Türkçede yayımlanan Refakatçi adlı kitabı ise her haliyle bu tablonun dışında kalan, ilgi çekici bir western.
Glendon Swarthout’un kitaplarından birkaçı sinemaya uyarlandı. Refakatçi de bunlardan biri. Tommy Lee Jones’un hem yönetip hem rol aldığı Homesman’ın (2014) başrolünde Hilary Swank bulunuyor.
1850’lerde geçen roman, yeni topraklar edinmek uğruna doğudaki nispeten rahat hayatlarını bırakarak batıya göç eden ailelerin sert iklimle, tehlikeli doğayla ve hastalıklarla mücadelesini masaya yatırıyor; ama bu defa bu şartların tükettiği beş kadının perspektifinden... Bunlardan ilki bir yandan ekonomik imkansızlıklarla boğuşup diğer yandan çocuklarına annelik etmeye çalışan Theoline Belknap. Theoline, altıncı çocuğuna hamileyken, sancıları bir tipi sırasında başlıyor. O sırada kocası kasabada ve kadın tek başına doğum yapmak zorunda kalıyor. Doğumdan sonra, lanetli olduğuna, bütün uğursuzlukları üzerlerine çektiğine inandığı bebeği helaya götürüp deliğe atıyor. Theoline bu olaydan sonra aklını kaçırıyor, artık ne konuşabiliyor, ne yemek yiyor. Loup kasabasında onunla benzer durumda bulunan, akıl sağlığını yitirmiş üç kadın daha var ve kocaları artık bu kadınları yanlarında istemiyor. Hikayedeki beşinci kadın işte bu noktada devreye giriyor. Bu dört kadını akrabalarına ulaştırma görevini üstlenen Mary Bee Cuddy, erkeklere göre çirkin ve buyurgan, kasabanın papazına göre ise yardımsever ve vicdanlı. Kimse onunla evlenmeye yanaşmadığı için, bakımlı ve büyük evinde tek başına yaşıyor, ruhunda yalnızlıkla derinleşen bir karanlık taşıyor, müziğe meraklı ve –kendi deyimiyle– aklını korumak için, yalnız kaldığında kumaştan piyanosunu çalıp şarkı söylüyor. Bu zorlu yolculukta ona, işgal ettiği bir evden zorla çıkarılan Briggs eşlik ediyor. Yolculuğu zorlu kılan ise sadece fiziki engeller değil maalesef. Kasabadan ayrılırken karşılaştıkları kadınlar gözlerini kaçırıyor onlardan, yolculuk sırasında karşılarına çıkan kafilenin erkekleri de onlarla birlikte kamp yapmayı reddediyor. “Çünkü,” diyor Briggs, “çünkü kocalar karılarının ileride çiftçi karılarına neler olabileceğini, nasıl akıllarını kaçırabileceklerini görmelerini istemiyor.” Aklını yitirmiş dört kadından artık hiçbir yerde bahsedilmeyecek. Böyle şeyler konuşulmaz çünkü.
Refakatçi bir yol ve fedakarlık romanı. Yolcularını değiştiren, bazılarını tüketen bir yolda ilerliyor.
Filmini izlemek sanırım daha mantıklı böyle eserlerde romanlarda yani derin tahliller olmuyor bu da yapıtın edebi yönünü aşağıya çekiyor mustehcen bir film değil ise filmi izlenebilinir...
Yeni yorum gönder