Viktorya İngilteresi... Londra 18. yüzyılda Batı uygarlığının başkenti olan Paris’ten 19. yüzyılda bu ünvanı alarak selefinin tahtına oturmuş. İngiliz entelektüel John Stuart Mill’in 1833 yılında kaleme aldığı makalesinde (Comment On Bentham In Bulwer’s England and the English) belirttiği gibi ülkede tam bir ‘geçiş dönemi’ yaşanıyor.
Mimaride ‘Gotik’ diriliyor, Kral George döneminin rasyonalizmi yerini toplumsal ve cinsel ilişkilerde ‘romantik’ bir kısıtlamaya bırakıyor. İngiliz sanatı resimde Ön-Raffaellocu akımla bayrağındaki aslanları kıskandırırcasına kükrüyor. Öte yandan ‘Estetik Hareket’ sosyo-politik gerçekliği yadsıyor. Oscar Wilde’ın da yakın arkadaşı olduğu Henry Irving’in tiyatrosundaki Shakespeare temsillerinde boş yer yok, Gilbert ve Sullivan’ın operasındaki burleskler adeta para bastırıyor. Madalyonun bir de öteki yüzü var: İşçi sınıfı Cromwell döneminden kalma Püritanlığın ‘çalışmak ibadettir’ kisvesi altında, cennet vaadiyle düzensiz sanayileşmenin çarkları arasında perişan ediliyor. Thames nehri her sene kimliği belirsiz 100 ceset kusuyor. Gaz lambalarının soluk ışığının yansıdığı pencerelerin ardındaki mumlar, ıssız ve sisli Londra sokaklarındaki silindir şapkalı, astragan yakalı Karın Deşen Jack’in kurbanları gibi titreyerek sönüyor. Makyajın ardında yatan gerçekliğin çelişkisi ise İngiliz edebiyatını iyice doyuruyor: Charles Dickens, Arthur Conan Doyle, Oscar Wilde, William Thackeray ve daha niceleri Olin Warner’ın gravüründeki ‘Gerçek’ rolünde, bir elinde yılanı, bir elinde aynayı tutuyor...
BBC’de yayıncılık yapan, tiyatro, roman, müzikal ve biyografi yazarı Gyles Brandreth (1948 - ) bizi Manş’ın sisli sularından geçirerek, anlatı gemimizi İngiltere’nin mezkur dönemine demirliyor. Elimizdeki romanın, yani Oscar Wilde ve Mum Işığı Cinayetleri’nin (2007) limanında bizi karşılayacak olanlar ise son derece ilginç bir grup: Gerçek yaşantıları esnasında da arkadaşlık etmiş olan, dönemin en ünlü iki yazarı Oscar Wilde ve Arthur Conan Doyle. Bir de Oscar Wilde’ın ölümünden sonra onun en mühim biyografilerini yazacak olan Wilde’ın yakın arkadaşı Robert Sheridan. Tarihler 1889’u gösteriyor. Yani Wilde’ın, ‘Sherlock Holmes’un yaratıcısı çiçeği burnunda yazar Arthur Conan Doyle ile ünlü Amerikalı yayıncı John Stoddard aracılığıyla tanıştığı günler. Wilde’ın Magnum Opus’u Dorian Gray’in Portresi’ni kaleme alacağı, Sir Conan Doyle’un da ilk kitabı büyük yankı uyandıran “Sherlock Holmes”u Dörtlerin Yemini ile serileştirmeye karar verdiği dönem.
Lakin anlatı bizi burada gerçekliğin duruluğundan çekerek kurgunun neşesine sürüklüyor. Oscar Wilde 31 Ağustos 1889 günü Cowley Caddesi’ndeki 23 numarada genç bir oğlanın mumların arasında, bir İran halısının üzerinde bir kulağından ötekine kadar kesilmiş boynuyla grotesk bir biçimde katledilmiş cesedini buluyor. Oğlanı tanıyan ve güzelliğine hayran olan Wilde, arkadaşı Robert Sheridan’ın da yardımıyla kimsenin umar vermediği bu çocuğun cinayetini aydınlatmaya karar veriyor. Böylece Wilde ziyadesiyle takdir ettiği Holmes rolüne bürünürken, biz de bu gizemli cinayete Dr. Watson rolünü oynayacak Robert Sheridan’ın birincil anlatımından dahil oluyoruz.
Kitabın yüzde 75’i boyunca kurgunun devinim kazanamaması okuyucuyu yer yer huzursuzlandırabilir. Ayrıca her ne kadar kurgu polisiye de olsa, çok fazla ‘Düşünceli Romancılık’ icra edilmediği, Game Theory yani Oyun Teorisi’nın çok kuvvetli olmadığı, ve dikkatli okuyucunun suçluyu kolayca fark edebileceği gerçeği kitabın olumsuz yanları olarak öne sürülebilir. Bunun yanı sıra perde kapanmadan önce bütün şüphelilerin bir odaya toplanması ve kahramanın katili teşhis etmesinin damakta son derece ‘klasik’ bir tat bıraktığı da söylenebilir. Lakin bunlar sizi yanıltmasın; çünkü romanın amacı okura bir ‘katil kim’ hikayesi sunmak değil. Bay Brandreth Viktoryen Londra’nın yeraltındaki eşcinsel yaşama, sosyo-kültürel yapısına lambayı layıkıyla karakterize ettiği Oscar Wilde’ın eline vererek ışık tutuyor. Wilde’ın renkli kişiliği; zekası, güzelliğe, aşka, doğaya olan düşkünlüğü ile değişken ve romantik ruh halinin ince ve akıcı anlatımı kitabı okumak için başlı başına yeterli. Ayrıca her ne kadar bir sahnesi Seven filminden neredeyse bire bir alıntı olsa da yazarın edebi bağlamda “Grotesk”i etkili kullanımı da cabası. Dokuz kitaplık bir seri olarak planlanan ve yurt dışında henüz beş kitabı yayınlanmış olan Oscar Wilde serisinin bu ilk eseri, özellikle Ahu Sıla Bayer’in titiz ve akıcı çevirisiyle İngiliz edebiyatı severler ve bu sıralar doyasıya okuyabileceği bir seriye başlamayı arzu edenler için (elbet yayıncı serinin müteakip kitaplarını yayınlarsa) biçilmiş kaftan.
Not: Eserin İngilizce baskısının kapağı renkleri ve öğeleriyle eserin okuyucuda uyandırdığı hisleri zarifçe görselleştirmişken, kitabın Türkçe baskısının kapağı sadece gotik-grotesk uzvuyla yetersiz bir izlenim bırakıyor. Belki bu hususa biraz daha dikkat edilebilirdi.
Yeni yorum gönder