Mahallenize bir bomba düşse ve “marketten iki kilo çamaşır suyu, bir kilo meyve, iki paket bisküvi ve bir litre gazoz alınabilecek bir sürede” yaşadığınız ev, aileniz, akrabalarınız, sevdiğiniz her şey bir anda yok olsa? Hayal etmeye bile cesaret edemediğimiz bu gerçekliği, Nisan 2011’de başlayan ve 2014 yılının ikinci yarısında kendi canavarlarını doğurarak daha da şiddetlenen Suriye’deki savaş, yüz binlerce insana yaşatıyor.
Tarihçi yazar İsmail Keskin, Kaktüs Çiçeğinin Sürgünü adlı ikinci romanında savaşın can yakan gerçeğini, Suriye savaşının mağdur ettiği bir çocuğun, Kamal’ın gözünden anlatıyor. Hepimiz ileride tarihi bir vakaya dönüşecek olan Suriye’deki bu savaşa, hem yaşadığımız çağ, hem de coğrafi yakınlığımız dolayısıyla birebir tanığız. Hatta bu savaş o kadar yakınımızda cereyan ediyor ki, savaştan kaçan ailelerle her gün işimize, evimize, okulumuza giderken karşılaşıyoruz.
"Savaşa karşı herkes bir şey yapabilir!"
Peki, savaşa karşı insan kendi adına ne yapabilir? Savaşlar önceki nesillerin değil de bugünün savaşlarıysa, insan barış için ne yapabilir? Bitmiş bir savaşın ardından uzlaştırıcılık ve arabuluculuk görece daha güvenli ve daha kolaydır ama ya ortada sonu görünmeksizin sürüp giden bir savaş varsa? Otuz yıllık yaşamının üçte birini barış çalışmalarına adayan ve biraz da bu yüzden hep savaş hikayeleri anlatan İsmail Keskin’in, Kaktüs Çiçeğinin Sürgünü adlı romanı bu soruların cevabını bulmaya çalışıyor işte. Yazarın bir iltica romanı olarak tanımladığı kitap, altı kişilik Sabbar ailesinin Halep’ten Antep’e, oradan İstanbul’a, ardından da Edirne ve Meriç’in öte yakası Evros’a uzanan ölümden hayata doğru kaç(amay)ışının hikayesi.
Kaktüs Çiçeğinin Sürgünü uzun süren çetin bir araştırmanın sonucu ortaya çıkmış bir belgesel roman aslında. Mikro- tarih ekolünden gelen İsmail Keskin, romanı kaleme almaya başlamadan evvel yaptığı kişisel çalışmalara, BM raporlarını, mülteci bloglarında yazılanları, yerel gazete röportajlarını, mülteci aileler ile yapılan sözlü tarih çalışmalarını da eklemiş. Böylece karşımıza bir tarih tezi olarak da yayınlanabilecek bir çalışma, kurmacanın sınırsızlığı içinde nefes alan bir roman çıkmış.
Kendisini de savaşın bir tanığı olarak roman kişilerinden biri kılan yazar, bu yolla daha çok kitapların önsöz kısmında görmeye alıştığımız “Bu romanı yazmaya nasıl karar verdim?” sorusunun cevabını romanın içinde yanıtlıyor. Bu seçim, romanın gerçeklikle bağını sağlam tutarken, onu iki bölüme ayırıyor. Birinci bölümde yazar romanı yazarken içine düştüğü muammayı samimi bir dille ve hatta röportaj sorularına yanıt verircesine anlatırken, ikinci bölümde Sabbar ailesinin hikayesine girmemize izin veriyor. Bu türden bir deneme okuyucunun sadece roman kahramanları ile değil yazarla ve dolayısıyla romanın yazılma süreci ile de bir bağ ve empati kurmasını sağlıyor.
Kaktüs Çiçeğinin Sürgünü tarihin meta anlatılarına karşı, hayattan yana taraf olan, mikro-tarihin edebiyatla buluşmasının sonucu ortaya çıkmış bir kitap. İçinde tarihi barındırmasının en çetrefil kısmı ise, anlatılanlarla kimseyi mağdur ya da mağrur kılmadan ve daha da önemlisi romantik ve idealist tavırlardan uzak kalarak ortak bir gerçekliği okuyucuya sunabilmek. Kaktüs Çiçeğinin Sürgünü bunu başarabilen, toplumların yüzyıllardır süren savaşlara karşı bakışını değiştirmek gibi idealist bir amaç taşımaktan uzak, tek tek insanların içine işlemeyi hedef edinen, disiplinlerin melezliğinden beslenen bir roman.
* Görsel: Akif Kaynar
Bu yazıdan sonra bu kitabı okumamak olmaz.
Yeni yorum gönder