Yargı Türkiye’de en çok tartışılan konulardan birisi. Yasama ve yürütmeyle birlikte üçüncü erk olan yargı, son dönemde almış olduğu kararlara, siyasi polemiklerle odakta. Tabi yargı denince kavramsal düzeyde tartışma yargının “bağımsızlığı”, “tarafsızlığı” ve “siyaset dışılığı” üzerine oluyor.
Gerçekten yargı, bağımsız, tarafsız ve siyaset dışı olabilir mi?
Ya da yargı, bağımsız, tarafsız ve siyaset dışı olmak zorunda mı?
Bize çok kışkırtıcı gelse de ikinci soru da bence önemli ve üzerinde durulması gereken bir seçenek.
İşte yargının bu kadar çok tartışıldığı dönemde bizatihi bu yargı kurumlarının içinde raportör olarak görev yapan bir akademisyenin görüşleri ve duruşunu tüm medya dikkatle takip ediyor.
Osman Can. Kendisi bir akademisyen aynı zamanda. Doç. Dr. Osman Can, Anayasa Mahkemesi raportörlerinden birisi. Anayasa Mahkemesi’nden onca raportör içinde Osman Can’ın çok tartışılması sadece onun siyasi görüşlerinden değil, hazırladığı raporlardan ve son olarak bir grup hukukçu ile kuruduğu ile Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı olarak son tartışmalarda ifade ettiği görüşlerle öne çıktı.
Türkiye onu daha çok “başörtüsü düzenlemesi” ve “AK Parti’nin kapatılması” davalarının raportörü olarak tanısa da; Can, daha önce DEHAP ve TSİP’in kapatılma davalarındaki özgürlükçü yorumları, Grev Hakkı ve Kamu Sendikal Özgürlüklerinin alanlarının genişletilmesine olanak sağlayan iptal kararlarının alınması, Vicdani Ret konusunu Anayasal düzeyde tartışılmasına sağladı.
Güleryüzlü Frankoculuğun Dramı, Osman Can’ın son beş yıl içinde çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarının bir derlemesi. Kitap, Anayasa Yazıları, Yargı Yazıları, Düşünce ve İfade Özgürlüğü Yazıları, Vicdani Ret Yazıları ve Siyaset Yazıları olmak üzere beş bölümden oluşuyor. Her bölümde o bölümle ilgili yazılan yazılar tarihsel bir sırlama içinde yer alıyor.
Hasan Bülent Kahraman’ın bir sunuş yazdığı kitap, hukuk değil siyaset ile hukukun iç içe geçtiği dönemsel tartışmalara ışık tutuyor.
Aslında bu tür kitaplar sık sık tartışıyor. Daha önce yayınlanmış yazıların bir araya getirilmesi ne kadar rasyonel? Gerçekten pek rasyonel olmayabilir. Nitekim Osman Can da, yazıların bir araya getirilip kitap olarak yayımlanması fikrine “mütevazi” olmak adına karşı çıktı.
Ancak Türkiye gibi son beş-on yılının her gününü neredeyse “devrim” olarak yaşayan bir ülkede, bazı “yazarların”, bazı “yazılar”ının bir araya getirilerek tarihe not düşülmesi önemli. Çünkü; öncelikle bu yazılar -özellikle siyasi analiz yazıları- bir tür tarihi tanıklık netliğinde. Ve içinden geçilen dönem dikkate alındığında bu tanıklıklar daha da önem kazanıyor. İkinci olarak bu tür kitaplar, yazarın, bu tarihi okuma süreciyle birlikte kendi zihinsel dönüşümü göstermesi açısından da önemli. Bu açıdan bu tür kitaplar, iki tür değişime tanıklık etmek açısından önemli. Kişisel inancım, bu tür kitapların bundan 40-50 yıl sonra daha da önem kazanacağı. Bu yüzden; “bazı” yazarların “bazı” yazılarının bir araya getirilmesi belki de “özellikle” bir zorunluluk.
İşte bu kitap, böyle bir varsayımdan hareket edilerek hazırlandı. Daha doğrusu Osman Can’ı bu gerekçe ile ikna etmeyi başardım. Sağolsun kendisi de beni kırmadı.
Osman Can’ın yazıları hem bir akademisyenin hem de siyasallaşmış bir kurum içinde özgürlükçü bir zihnin yolculuğu. Can bu dönemi tekrar olsa da kendi ifadeleri ile şöyle tanımlıyor: “Bu kitapta yer alan yazılar, bir bakıma hem tarihe tanıklık eden, hem de tarih yazımının bizatihi içinde olan yazarın düşünsel seyrini de okuyuculara sunmaktadır. Bu seyir, aynı zamanda sistemin “yoğun sorunları bulunan bir demokratik hukuk devleti” olarak tanımlanmasından başlayıp, fark ettikçe 1945 sonrasında tasfiye olmuş Avrupa faşizmlerinin, Anadolu topraklarında daha rafine ve daha az yıkıcı bir biçimde varlığını devam ettirmesinden başka bir şey olmadığını görme seyridir. Daha önemlisi, bu yapının demokratik bir yapıyla ikame edildiğini, bu sürecinin temel dinamiğinin ise bütün farklılıklarıyla Türkiye Toplumu olduğunu görme seyridir.”
Güleryüzlü Frankoculuğun Dramı, bir seyir kitabı. Son beş yıl içinde yazılmış ama son günlerde yaşadığımız yargı eksenli tartışmalara özgürlükçü bakışla bakışın kılavuzu niteliğinde. Bu açıdan yazının başındaki iki soruya yani “yargı, bağımsız, tarafsız ve siyaset dışı olabilir mi ya da olmak zorunda mı?” sorularına doğrudan cevap vermiyor belki ama okuyucuyu bu sorular üzerinde çift taraflı düşünmeye sevk ediyor.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder