Viktorya İngilteresi. 1874 yılının son günleri. 1875’in beklentisi içinde, Londra’nın sokaklarında Barok tarzı etekler, korseler, şapkalar ve bastonlarla süslenmiş insanların dimdik yürüdüğü, bilindik bir dönem hikayesi...
Ve bu sıradan hikayenin içinde, olmazsa olmaz sıradışı karakterler.
Üçüncü sınıf bir hayat kadınının varoş bir mahalledeki dairesinden daldığımız hikaye, bir süreliğine satır aralarından kulaklarımızda klavsen ve keman tınılarının ulaşacağına dair vaadlerde bulunuyor. Öyle ki Londra’nın kışını iliklerimizde hissederken, bir hayat kadınının yaşadığı batakhanenin kokusu da burnumuzdan gitmiyor. Ne zaman ki keman hüzünlü notalara veda edip şenlikli bir sesle sokağa dökülüyor Caroline’in peşinden, işte cümbüş o zaman başlıyor.
‘Cümbüş’ deyince insan, sanki hikaye hep at nallarının tıkırtısı ve İngiliz aksanı tadında ilerleyecekmiş gibi geliyor. Ama değil. Ne yazık ki anlatım, bugün artık tedavülden kalkmış olan 19. yüzyıl İngilizcesi ve günümüz modern Türkçesi arasında bir yerlerde sıkışıp kalmış. Ne ağırbaşlı İngiliz nüktedanlığından geçiyor yolu, ne de her anlatımı affeden esnek Türkçeden. Varolan görüntüyü, kaldırım taşlarından başlayıp karakterlerin saç tellerine kadar bir çırpıda betimlemeye hevesli anlatım ne yazık ki bir yerlerde tıkanıyormuş hissi yaratıyor. Sanki önceki sayfada bir şeyler kaçmış, biz bakmadığımız sırada orada bir şeyler olmuş! Hikaye bizim cephemizde bir türlü yer bulamıyor kendine, kişiselleşemiyor. Sanatın sanat için mi yoksa halk için mi olduğu yönündeki tartışmaya benzer bir suçluluk duygusu uyandırıyor insanda. “Bu diyalogları gerçekten anlamalı mıydım, yoksa eşelemeyi bırakıp devam mı etmeliydim?”
Anlatıma karakter veren bir “dış ses” eşlik ediyor bize hikayede. Sanki yazar, en yakın dostunu alıp kitabın içine yerleştirmiş gibi, sanki aralarında özel bir dil varmış da biz ancak konuyu ana hatlarıyla idrak etmeye mahkummuşuz gibi, el birliğiyle biraz uzak bir pencereden baktırıyorlar bize. Bu dış ses, gerçek anlamda kitabın karakterlerinin peşinde dolanıp, onları izleyen okuyucuya seslenerek anlatıyor ne anlatacaksa. Aslında bir bakıma samimi bir yönü, dostane bir yaklaşımı olan – olması gereken – bu yöntem ne yazık ki amacına ulaşamamış. Okuyucuyu koltuk altlarından tutup yürütmesi gerekirken, masaya sonradan oturan misafir muamelesi yapmış daha çok.
Dış sesin kötü huylarından biri de samimiyetsizliği ile birlikte argo tarzı! Az önce de bahsi geçen ağırbaşlı 19. yüzyıl İngiliz nüktedanlığından çok uzakta, böyle bir hikayede karşımıza çıkması beklenmeyen pek çok argo tabirle karşılaşıyoruz. Bu tabirler öylesine ince bir ipte cambazlık yapıyor ki, izleyicilerin kimini kendine hayran bırakırken kimini de rahatsız edip koltuğundan kaldırabilir. Yazık; insanın gözlerini alamadığı bir yağlı boya tablonun üzerindeki fiyat etiketi kadar caydırıcı, sevimli bir kedinin de keskin pençeleri olduğunu hatırlatacak kadar gerçekçi...
Ve bu ne yöne gideceği belirsiz hikayenin içinde aslında değişmeyecek olan tek gerçek: Londra’nın iki farklı ucu. ‘Meşhur’ Trafalgar Meydanı ve ‘varoş’ Church Lane. Dış ses bizi Church Lane’deki bir batakhanenin en rahatsız edici dairelerinden birindeki hayat kadını Caroline’in eteğine takıp sokaklara düşürüyor. Mevzu bahis esas oğlan William ile esas kız Sugar’ın yollarının kesiştiği Trafalgar’a kadar getirdikten sonra, hayal dünyamızı çorba haline getirip yolun ortasına koyuveriyor bizi. Belki de kitaptan damıtmamız gereken asıl anafikri bol kepçe ayrıntılarla süsleyip, neyin ortasına düştüğümüzü anlamamız için bir süre kitaptan kafamızı kaldırmamızı istiyor.
Varoşun, ‘sohonun’ tam göbeğinden çıkıp gelen hayat kadını Sugar’ın irrite edici fiziksel görünümüyle ‘isteksiz bir hayranlık’ uyandırırken, alışageldiğimiz hayat kadını kavramını eşeleyeme başlıyor bıyık altı bir yöntemle. “Beyefendiler” gibi düşünebilen, beyefendilerin bile okumadığı kadar kitap okuyan ve müşterilerine cinsel ilişkiden çok daha fazlasını vaad eden Sugar’ın dünyasına merakla dalıyoruz. Merakımızı gidermek için çok fazla bilgi veriyor bize anlatıcı: üç insanın rahatlıkla sığabileceği kadar kabarık eteği, aslında sadece hanımefendilerin taktığı nazik eldivenleri, sopa gibi vücudunu saklayan (!) korsesinin altında ve daha da derinlerde olup bitenleri biz istemesek de teker teker açık ediyor. Saçlarının güneşte dans ederken aldığı tropikal renkten tutun da, müşterileriyle ettiği sohbetin niteliğine kadar pek çok “gizli” bilgi ediniyoruz Sugar ile ilgili. Bu kadar fazla ayrıntı ve bu kadar fazla uzun cümleyle dokunamadığımız hikaye ruhu, ileride nasıl bir bedene bürünecek diye merakla diğer karakterleri izlemeye devam ediyoruz.
Esas oğlan William’ın durumu ise hem çok alışılageldik, hem de bir o kadar sıradışı. Günümüzdeki bir pencereden bakınca, tüm şartlar normal olsa bile yine de özümesenemez bir yoğunluk içeren feodal yapının doğurduğu ve büyüttüğü William, Cambridge’in modayı takip eden züppe gençlerinden biriyken nasıl oldu da bu kadar geçkin ve umutsuz bir görüntüye sahip oldu hikayenin başında? William’ın haline üzülsek mi sevinsek mi, onu sevilen karakter haline getirsek mi yoksa bu “esas kötü oğlan” mı, işte bu bir kararsızlıklar silsilesi. Bir evde yaşayan ailenin üyelerinden daha fazla hizmetçisi olan bu beyefendi, günün birinde bir yerlerde genç, neşeli ve hayat doluymuş. Böylesine kederli, böylesine bıkkın bir insan tablosunu seyre dalarken, bir yandan da kederine arkadaş ettiği siyasal felsefeyle tanışıyoruz. Bir nevi ütopya, dönemininin şartlarında oluşturulmuş bir sosyalist kuram. “Haklılığı savunulamaz sermaye”nin kaldırılıp, yerine “servet eşitliği”nin getirilmesini savunan bir tasarı. İşte bu biraz sıradışı bir hikaye! Zira şimdiye kadar ilerleyen anlatım öylesine barok, bazen öylesine edepsiz, kimi zaman öylesine “Viktoryan” ki, tüm bunların içine bir de sosyalist bir teorinin katılmasıyla iyice kapanıyor sis farlarımız ve kendimizi artık bu alışılmadık hikayeye teslim etmeye karar veriyoruz.
Dönemin altın varaklarla süslenmiş İngilteresini ikiye bölen cümleler, “öteki erkek, kadın ve köpekler”, Notting Hill’in gâteau* kokulu sokaklarıyla Church Lane’in tekinsiz haneleri ve Chepstow Villalarının bodrum katındaki bulaşık suyu kokulu genç kızlar arasında karşılaştırmacı bir bakış açısıyla işlenen hikaye, her ne kadar başlarda kendisinden beklenen klavsen ve keman tınılı büyüleyici ortamı sunamasa da, gün ışığına çıkmayı bekleyen “öteki” durumları barındırdığı kesin. Fakir kız ve zengin erkek hikayesinin bu sefer karşımıza hangi tepside çıkacağını düşünmeden, kırmızının günahı ve beyazın masumiyetini bir de onların dilinden dinliyoruz...
* gâteau : pasta (Fr.)
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder