Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gurbette bir ölüm



Toplam oy: 1022
Sabine Adatepe // Çev. Levent Bakaç
Ayrıntı Yayınları
Bahar, Anadolu'dan Almanya'ya taşınan ve çoğunlukla sorgulanmayan gelenekleri irdeliyor.

“Almanya acı vatan” dendiğinde, hep canlı kalan ve bugünlere taşınan hikayelerle yüzleşiyoruz. Yaşanmışlıklar, zamanla başka şekiller alıp öykülere, şiirlere ve romanlara evriliyor. 

 

Almanya'daki Türkiyeli göçmenlerin her daim saklı tuttuğu ve geleneklere sarılmasını sağlayan parçalanmışlık, kültür uyuşmazlığı ve benzeri sıkıntılar, hem öfkeli hem de hüzünlü yaratımları besledi. Failler yaratıldı, kurbanlar hiçe sayıldı ve gerçekler görmezden gelindi. “Sorunlu” denilerek pek çok insan bir köşeye itildi. 

 

Almanya-Türkiye arasında kurulan (ya da kurulduğu sanılan) bu acı köprü, edebi üretime zemin oluşturdu. Bugün onların en yenilerinden biriyle karşı karşıyayız: Sabine Adatepe'nin kaleme aldığı Bahar

 

Kitaba adını veren Bahar isimli genç kızın şüpheli ölümü, bir dolu insanı içine alan bir soruşturmaya, daha sonra da önyargıların masaya yatırıldığı kültürel bir araştırmaya dönüşüyor. Adatepe, Bahar'ın ölümü üzerine inşa ettiği romanında, birkaç farklı boyutu iç içe geçiriyor: Töre tartışması, Almanya'da tutunmaya uğraşan ve kırık dökük yaşamlarıyla öne çıkan Türkiyeliler ve onların “yeni” vatanına uyumunu sağlamaya çalışanlar. 

 

 

Bahar'ın kardeşinin “cinayetten” tutuklanmasıyla ölüm ve suçluluğu bir arada yaşayan ailenin sırtına ağır bir yük biniyor. Çokkültürlülükten kendi içine çekilen ve daha kötüsü kafalarda yaratılan gettolara hapsolmaya sürüklenen bir aile; Adatepe bu örgüyü etkileyici biçimde kuruyor. Sosyal danışman İna, Bahar'ın ölümünün üzerine giderken hem bir aile dramıyla hem de Almanya'daki Türkiyelilerin baş başa kaldığı sorun ve önyargılara dokunuyor. 

 

Adatepe, Bahar-özgürlük, Bahar-uyum ve Bahar-gelenek ikilemleri ya da ilişkilerini, Almanya'daki yaşam bağlamına yerleştirirken oraya göçenlerin yıllar boyu dilinden düşmeyen, hatta filmlere bile konu olan kalıplara da yer veriyor. Bu da romanı, bir genç kızın hazin ölümü gibi algılamamızı engelleyip konuya daha geniş bir açıdan bakmamızı sağlıyor. 

 

Adatepe, geçmişte kaldığı düşünülen ama hayli güncel bir konunun içine dalmış. Bahar, adeta bir kültür kazısının yapıldığı; Anadolu'dan Almanya'ya taşınan ve çoğunlukla sorgulanmayan gelenekleri irdeleyen bir roman. “Gavurlar kurtlarını dökebilir, ailelerinin yanında istediklerini yapabilir” diyen Türkiyeli baba, mevzuyu şöyle bağlıyor: “Ama sen, biz ne istersek onu yapacaksın!” İşte bu cümle, pek çok sorunu ve açmazı özetliyor aslında. 

 

Farklı okumalar

 

Adatepe, Bahar'ın yaşadıklarını, kendisini arayışını, özgürleşmesini ve ölümünü anlatmaya koyulurken çok kritik bir hamle yapıyor ve kimseyi peşin olarak suçlu ya da masum göstermiyor. Olayları, dünyayı algılayış biçimlerine göre yorumluyor. Yazar, tam bu anda, kafamızda bir soru uyandırıyor: Sorunlu olan gençler mi yoksa onların aileleri mi? Gençler kendilerini doğru ifade mi edemiyor yoksa baskı ve kısıtlanmışlık nedeniyle mi zorlanıyorlar? Tam bir med cezir hali. 

 

“Bahar öldü mü, cinayete mi kurban gitti?” sorusu etrafında şekillenen romanı, farklı okumalarla değerlendirmek de mümkün. Mesela uyum-uyumsuzluk gerilimi. Bir başkası, kimlik-kişilik çatışması. Diğeri, yeni vatan-yersizlik yurtsuzluk ikilemi. Tüm bunlara feminist okumayı da ekleyebilirsiniz. Buralardan bakıldığında Adatepe'nin Bahar'ı, her biri için ayrı kafa yorulabilecek çok boyutlu bir kitap.

 

 


 

 

* Görsel: Onur Atay

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.