Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Güzel ile Kötü'nün gergin birlikteliği



Toplam oy: 1021

Edebiyat, artık güzel söz söyleme sanatı değildir. Böyle bir dünyada, bu koşullarda güzel söz söyleme sanatı yapmak, özetle, uydurmak, yalan söylemek, hatta masal anlatmak ve o masalın sonunda bir ders vermek mecburiyeti, başka bir otorite kurma eğilimi taşımayı şartlandırır. Bu otorite, estetiği kendi çıkarları doğrultusunda popülerleştirip ticaret ağına sokar sonuçta.



Edebiyat, artık kötü söz söyleme sanatıdır; çünkü kötüyle yüzleşmeyi, hataları ve komploları ortaya çıkarmayı hedeflemek şimdi daha onurlu olacaktır. Kötü sözden kastım illaki argo yahut küfür, hakaret düzleminden bakmak sayılmamalı; ironi de bir yöntem. Alay, en keskin teknik. Kelimeleriyle dalga geçebilen bir edebiyatçı onları taşıdıkları anlamlara dönmeleri hususunda zorlar; burada bir eğitim değil, disiplin vardır. Eylemin veya durumun yazılması ile yazılı olanın eyleme veya duruma aktarımındaki fark da burada tam: İlki belgelemeye yakın dururken ikincisi sözü edilen disiplinle hayatı yeniden şekillendirme uğraşı sayılabilir kanımca. Elbette doğru ve iyi üzerinde düşünen, yoğunlaşan edebiyatçıların özledikleri toplum ve insan modelleri üzerinde ürün vermeleri kaçınılmaz; ancak zorunlu kılınan ahlak’ın serbest olan vahşi tabiat düzeni karşısındaki yenilgisi göz ardı edilmemelidir.



Açıktaki her şey bozulur; gezegendeki insanın bozulması da doğaldır. Bundan gocunulmamalı; tam tersine bu bozulmanın, çürümenin, mutasyonun nedenlerini araştırabilmek için patoloji ağırlıklı çalışmalıdır edebiyatçı. Yoksa, bu konuyla ilgisi ve dolayısıyla yeterli bilgisi olmadığından cahil konumuna düşecek, adeta bir kanser hastasını vitamin haplarıyla hayatta tutmaya çalışan doktor gibi çığırından çıkmış bir insanlık tarihini parşömen kâğıtlarına kaliteli çini mürekkebiyle tüy kalemlerle not almayı erdem sayacaktır. Büyük aptallık!

 

Doku tahlilini genel eğilimin portföyüyle karıştıran edebiyatçı eğer kuvvetli eserler de ortaya koyuyorsa yine de ancak klasikler arasına girecek ve maalesef pek de haz alınmadan okunan ders kitapları olarak anılacaktır. Mesele keşke imlâda, anlatma gücünde, yetenekte sınırlansa; ama bu mümkün değil:

 

Tanıkların kimi zaman sanık konumuna iteklendiği, sanıklarınsa yaşananların tek tanığı yerine geçtiği yüzyılların içindeyiz. Bu paradokslardan sadece tema almak yetmez, biçim de öğrenmek asıl şuur.

 

Zaten tez / antitez’de sıkışıyoruz çoğu kere: Güzel mi Kötü mü, Doğru mu Modern mi; karşıtlıklarda hata yapmıyorum, ikinci noktada adı anılan kavramlar ilkine nazaran evrim geçirmişlerdir: Çirkin, Kötü olmuştur – Yanlış ise Modern. Üçüncü gözlerin kapandığı yerde elbette bu değişim beklenilen bir gelişimdir. İki boyutlu bakmak, yan tutmak için işi kolaylaştırır; perspektif sahibi olmak ise meşakkat ister. Bir çeşit, dışarıdan gözlemlerken kendini başkalaştırmadan tarafsız kalabilme yetisi. Teşhis için soğukkanlı davranabilme cesareti.


 
 

Tene iz bırakmak – teniyle iz bırakmak


 

David Le Breton, 1953 doğumlu bir Fransız; antropolog ve sosyolog. Beden ve riskli tavırlar üzerinde uzmanlaşmayı seçmiş; daha önceki çalışmalarından birinde “Yürüyüşçünün kırılganlığı fetih ya da küçümsemeden çok temkinli olmaya ya da ötekine açılmaya iter. Kesin olan şu ki yürüyen insan genellikle otomobil kullanan ya da trene veya uçağa binen biri gibi kibirli olmaz çünkü attığı her adımda dünyanın acımasızlığını ve yolda rastladığı insanlarla dostça uzlaşma gerekliliğini hissederek asla insan olduğunu unutmaz. Yürümek benmerkezcilikten uzaklaştırır ve insanı kırılganlığına ve gücüne götüren sınırlar içinde dünyayı yeniler. Olağanüstü bir antropolojik etkinliktir çünkü insanda sürekli anlama, dünyanın yapısı içinde yerini bulma, başkalarıyla olan bağını sorgulama kaygısı uyandırır” diyen Breton Ten ve İz’de yürüyüşe övgüsünü bu kere de ‘insanın kendini yaralaması üzerine’ kurguluyor.

 

İlginç olan şu ki bu insanların hiçbiri akıl rahatsızlığı çekmiyor; gayet normaller; olağanlar. Elbette Batı toplumu ile bizlerin arasındaki farklar, kendini yaralamada da belirginleşiyor, ama ortak noktalar oldukça şaşırtıcı. 1970’lerde ABD ve Kanada’da sadomazo eğilimlerde, gey kitlelerinde görülmeye başlandığı söylenen bu davranış daha sonra punk alemine de sıçramış, ancak piercing ve dövme gibi simgesel beden afişlerinden ayrı bir seyir göstermiştir. Body-Art’tan ayrılan bu kendini yaralama durumu Breton’a göre çokanlamlıdır ve ancak kişisel öykülerle sosyolojik bir tablo çıkartmak mümkündür. Breton, kendini kesmenin kadınlardaki fazlalığını onlarda acının içselleştirilmesine, sıkıntıların kabullenişine bağlıyor; erkekler belli darboğazlarda tepkilerini çoğu kere bedenlerinden çok dış dünyaya bir saldırı şeklinde ifade edebilirler.

 

Ten’e iz bırakmak, aslında teniyle iz bırakmanın bir yolu gibi göründü bana. Kaybolup gitmeye katlanamamanın tezahürü.



Demek ki, günümüz, bedenin de güzel olmadığı bir zamana geçiş yapmakta; kötü beden de kötü söz söyleme sanatının et üstündeki izdüşümünü onaylıyor.

 

Bedenlerinde acılarının hatıra defterlerini tutmaya çalışan insanlar, onaylanmanın yollarını arttırma çabasında.



İntihar ise bunun muhteşem finali.  

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.