Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Güzel şiir



Toplam oy: 931
Birhan Keskin
Metis Yayıncılık
Çok önemli ve çağımızda artık çok az bulunan bir özelliği var Birhan Keskin şiirinin: Bu şiir, arkasında bir öznenin var olduğu hissini duyuruyor.

Şiir sanatıyla, sanat olarak bir alıp veremediği yok Birhan Keskin’in. Şiirin, bir sanat olarak, olanaklarından (ki bu şimdiye kadar kazanılmış ve yerleşmiş, dolayısıyla klişeleşmiş olanaklardır aynı zamanda) memnun ve bu olanakların yarattığı imkanlar Birhan Keskin’in bir şair olarak kendisini ve dünyayı anlatmasına yetiyor. Anlatmak yerine dışa vurmak demek isterdim. Zira bence şair ve şiir, anlatmaktan ziyade dışa vurur; tıpkı kaynayan sütün kabarması gibi, kaynayan şiir de kabarır ve yapısal, biçimsel ve anlamsal olarak bütün halinde dönüşüme uğrar. Zaten eğer kendi iç varlığıyla birlikte hem yapısal, hem biçimsel hem de anlamsal bir deformasyona uğramazsa, eğilip bükülmezse, amorflaşmazsa yeni anlamların olanakları da açılmaz ona. Öyleyse, ilk elde şu konuda anlaşmak gerek: Birhan Keskin, şiirin bir sanat olarak olanaklarını yeterli buluyor ve bu olanakların içinde huzurla deviniyor.

 

Halbuki, kimi şairler şiir yazıyor olmalarına rağmen, bir sanat olarak şiire karşı husumet besler, öfkelenirler ve hatta kavga ederler onunla. Zira şiir, bir sanat olarak sunduğu olanaklarla şairin kendisini dışa vurmasına, ifade etmesine yetmemektedir. Şair, bunu etinde, kemiğinde, iliğinde hisseder; bu yüzden de şiiri genişletmeye, onu amorflaştırmaya, olanaklarını artırmaya çalışır. Peki, bu şart mıdır? Kriz zamanlarında, evet. Zira, eğer dünya ve varoluş bir krize girmişse, şiir de krize girmiş demektir; ve işte böyle kriz anlarında yeni ve başka bir şiir doğar. Bu anlamda bir krizle karşı karşıya, bir kriz duygusu içinde değil Birhan Keskin şiiri. Aksine, her ne kadar son kitabı Fakir Kene’de bir yanıyla, bir ölçüde dünyanın ve ülkemizin sorunlarına değiniyorsa da, bunu mırıldanan, ahenkli ve neredeyse uysal bir şekilde yapıyor.

 

 Şair ve şiir, anlatmaktan ziyade dışa vurur; tıpkı kaynayan sütün kabarması gibi, kaynayan şiir de kabarır ve yapısal, biçimsel ve anlamsal olarak bütün halinde dönüşüme uğrar.

 

 

Ancak, çok önemli ve çağımızda artık çok az bulunan bir özelliği de var Birhan Keskin şiirinin: Bu şiir, arkasında bir öznenin var olduğu hissini duyuruyor. Öyle ki, arkasında bir şairin, bir insanın var olduğu hissinin oluşmadığı birçok insansız şiirin yazıldığı günümüzde bu Keskin şiirine bir sahicilik kazandırırken, ona bir gövde, bir boyut da veriyor. Birhan Keskin’in şiirinde nasılsa hayatında da öyle olduğundan bir an bile kuşkulanmıyoruz. Sahici şiirler bunlar. Aynı zamanda da güzel. 

 

Şiiri eleştirirken onun içeriğine bakmak bana kolaycılıkmış ve doğru değilmiş gibi geliyor. Bana göre, bir şiirin şiir olup olmadığı, yapısıyla, biçimiyle yeni bir öneride bulunup bulunmadığına bağlıdır. Şiirde ne söylediğiniz değil, nasıl söylediğiniz önemlidir. Yoksa bir anlatıdan farkı kalmaz. Birhan Keskin de elbette iyi bir şair olarak ne söylediğinden ziyade neyi nasıl söylediğine bakıyor. Ama çağın krizini duyurmakta yetersiz kalan bu şiir, aşırı lirik ve duygusal. Bu anlamda kolay okunabilir ve anlaşılabilir bir şiir. Bu nedenle de okuyucunun algılarını zorlamıyor. Onunla da uyum ve ittifak içinde.

 

Şiir sanatına diklenmeyen, onunla cebelleşmeyen bir şiir etkili ve güzel olabilir mi? Çağımızın ipe sapa gelmez duyarlığını yansıtabilir mi? Bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken sorular. Ama ne var ki, Birhan Keskin şiirine baktığımızda, şiir sanatıyla hiçbir sorunu olmasa da bu şiirin “olduğunu” ve yaşadığını görüyoruz. Zira bir insanın gölgesi var bu şiirlerde; sahici sesi var.

 

Ben şahsen diklenen şiiri severim, mırıldanan şiirdense. Ama işte, ne yapayım, Birhan Keskin şiirini de seviyorum. Ve bu şiirleri “güzel” buluyorum.

 

 

 


 

 

* Görsel: Nora Yeksek

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.