Yürünerek gidilen ilkokul ve ortaokul maceralarından sonra, ta karşıda bir liseye yazılmıştım. Boğaz’ı her gün, günde iki kez, bir o yakaya, bir bu yakaya kat ediyordum. Maceranın bu kısmı şüphesiz çok güzeldi. Kötü günlerde bile güzeldi. Şehir hatları vapuru gibisi yoktu; hep aynı vapurda (7:45) sınıf arkadaşlarıyla kikirdemek, sosisli ekmeğine tost, on dakikalık vapurda sınava hazırlanmalar... Bir de tabii flört, flört, flört! Bu kadar değildi ama yer değiştirmeyi hayatın kaçınılmaz gerçeği yapan büyükşehir hayatı dedikleri. Bunun, dün akşamki simidi “taze çıktı, çıttııır” diye satan simitçisi, ayakkabını boyat diye açıktan tehdit eden genç irisi boyacısı, otobüsten attıramadığınız fortçusu vardı. Yetişkinlerin işi daha kolaydı. Ben daha on dört yaşındaydım.
Okulun ikinci haftası Beşiktaş iskelesine doğru yürürken, yaşlıca bir kadın gördüm. “Kızım, bir şey sorabilir miyim,” diye üzgün, mahcup yanıma yaklaştı. Hastaymış, İzmit'ten buraya hastaneye gelmiş, doktor, ilaç derken dönüş parası kalmamış, biraz yardım edersem bir otobüse binip gidecekmiş. Üzüldüm haline, evine gidemiyor (ben de seferi hayata geçtim ya, anlıyorum artık eve dönüş hasretini), küçük bir miktar para verdim. Vapur iskeleden uzaklaşırken tatlı bir huzur vardı içimde, aman da ne iyi bir şey yapmıştım.
Sadece üç gün sonra kadını tam olarak aynı yerde ve tam olarak aynı cümleyi sarf ederek koluma dokunur bulunca nasıl da sinirlenmiştim. Hikayesine inandığım yardıma muhtaç kadının aslında bir “dilenci” olduğunu keşfetmiştim. Kendim bile şaşırarak bağırdım kadına, “Yalancı, yalan! Her gün hastaneye mi geliyorsun, hep aynı yerde mi paran bitiyor!” Beni kızdıran neydi? “Para isteyen bir kadın”la “dilenci bir kadın” arasındaki fark niye bu kadar büyüktü ki?
Zadie Smith'in enfes romanı NW Londra, böyle bir ikilemi çok sade bir olay örgüsüyle deşiyor. Bir iki istisna dışında herkesin alt sınıfa ait olduğu kitapta, orta sınıf hayaller –yani eğitim, yükselmek, kariyer yapmak, aile kurmak, bahçeli hayatlar– niye herkesin harcı olmak zorunda sorusuyla boğuşuyoruz. Leah ve Keisha, aynı mahalle okuluna gitmiş iki iyi arkadaştır ve okuldaki herkes gibi onların da aileleri fakirdir. Fakat bir şekilde üniversiteye kabul alırlar, ardından orta sınıf işler bulurlar ve bir açıdan sınıf atlarlar. Sosyal sınıfıyla birlikte ismini de değiştirecek olan Keisha (Natalie), Leah'dan çok daha hırslıdır ve yukarıda söz ettiğim tüm sınıfsal hayalleri –evinin bahçesinde mükemmel bardaklara konmuş, ideal soğuklukta prosecco dahil– gerçek olur. Leah'nın okul aşkı Nathan dahil diğer tüm arkadaşları dilenci, torbacı, hırsız, katil, junkie olmuşken bu kadınların aradan sıyrılması nasıl açıklanabilir? Ya da ortada “yırtmış” bir iki kişi var diye diğerlerinin sefaletini kişisel bir mesele gibi mi algılamak zorundayız?
Roman, genel duygusu itibariyle ama kesinlikle insanın gözüne sokmadan hep bu aşağıda olma durumunu tartışıyor. Büyük bir incelikle. Ekonomik açıdan belli bir yere gelseniz bile cinsel kimliğiniz, teninizin rengi, saçınızın dalgası, aksanınız, doğum yeriniz, isminiz peşinizi bırakmıyor. Bunları seçemiyoruz, bunları silemiyoruz. Göz gördüğü müddetçe tasnif ediyoruz, isim koyuyoruz, kader biçiyoruz. Felix'ten, tanıdık tanımadık herkesin esrar istemesi tesadüf değil. Lanet stereotipler! İki yıldır “temiz” de olsanız millet mal satın almaya çalışır, kendi babanız bile dürüst bir şekilde para kazandığınıza inanmaz.
Alın size üç eve yetecek kadar can sıkıntısı!
NW, hiç unutamasak da hayatımıza devam etmek için hep bastırdığımız büyük meseleyi sorgularken de hem çok mahir hem çok müşfik. Derdimizi iyi anlıyor ama yargılamıyor. Tüm farklılıklarımıza rağmen herkesin aynı “mükemmel hayat”ı kurması yönündeki baskı neden bitmiyor? Üniversiteye gidin, iş bulun, zengin olun, evlenin, harika bir ev sahibi olun, çocuk yapın. Sonra arkadaşlarınızı evinize çağırın, mükemmel hayatınızı onlara da gösterin. Birinde tökezlerseniz, örneğin Leah gibi birini, hatta birkaçını istemiyorsanız işiniz zor. Sistem ve çoğunluk bunlardan herhangi birine talip olmamayı hesaba katmadığı için, tercihiniz irrasyonel oluyor. Dürüstçe kendinizi savunamıyorsunuz. İstemiyorum diyemediğiniz için istemeden bir şeylere yazılmış bulunuyorsunuz, hayatınız bir “mış gibi”ye dönüşüyor. Alın size üç eve yetecek kadar can sıkıntısı!
Çok değil, bir kuşak önce Felix'in babası gibi bir sürü insan squat’larda yaşar, evlenmez, kariyer yapmaz, çocuklarına müşterek bakarken, bugün bu ihtimaller “ah o yetmişler” nostaljisine dönüşmüş durumda. Seksenlerin uzun ömürlü sağ siyaseti ve neoliberal ekonomi politikaları hayatımızın gerçeği. Sabah yediden akşam dokuza çalışalım, ayrıca hafta sonu, gece, romantik yemek demeden cep telefonumuzdaki tüm iş maillerini saniye kaybetmeden cevaplayalım, devlet ve patron izinlerimizi, sağlık sigortamızı, öğlen yemeklerimizi her fırsatta tıraşlayıp dursun, parasız eğitim yalan olduğu için çocukların okuluna dünya para dökelim, üç kuruş paramızla borsadan medet umalım, hayatımızın en büyük enerji, zaman ve para yatırımını ah o şahane yegane (!) düğünümüzü planlamaya dökelim. Çılgınlık yapmak icap ederse, bir on yıl filan para biriktirip Brezilya'ya gidebilir insan...
* Görseller: Ezgi Bıçakçı, Matt Blease
Yeni yorum gönder