Ne zaman Latin Amerikalı bir yazarın romanı yayımlansa orada ilginç, hareketli ve tedirgin edici bir şeyler bulacağıma inanıp o kitapları büyük bir iştahla okumaya koyuluyorum. Bazıları beni hayal kırıklığına uğratsa da çoğunlukla aradıklarıma erişiyorum.
Referanslar ya da kitapların ön ve arka kapaklarına, rüşdünü ispat etmiş Latin yazarlardan alınmış sözler yapıştırılması ise bende herhangi olumlu veya olumsuz bir kıpırtı yaratmıyor. Esas olan kitabın içi, yazarın yarattıkları, beslendiği kaynaklar ve şaşırtıcılığı. Gerisi zaten kendiliğinden geliyor.
Derin analizler yerine sadelikle ve insanı ortaya koyar biçimde yazılmış Latin Amerika romanları bir boy önde bence. Elbette bu kişisel bir yaklaşım, tartışılır. İlk kez okuduğum Gustavo Faverón Patriau da bu anlamda favorilerim arasına girdi, yalan yok.
Roman dilleri uzmanı bir akademisyen olan Patriau, aynı zamanda Peru edebiyatı araştırmacısı ve aynı zamanda bir Roberto Bolaño meraklısı. İsminin duyulmasını sağlayan Antikacı adlı kitabı ise pek çok eleştirmen tarafından övgüyle anılan bir roman.
Patriau, Antikacı'da kendi adını verdiği Gustavo isimli kahramanın yakın arkadaşı Daniel'le ilgili gerçekleri öğrenme serüvenine odaklanıyor. Patriau bizi, bu maceranın içine çekerken her anlamda dağılmış bir Güney Amerika kentine götürüyor.
Hayal mimarisine el atan kitap delisi
Gustavo'nun kitaplara meraklı, özellikle eski eserleri toplayan, hatta onlara şefkatle yaklaşan fakat nişanlısı Juliana'yı "öldürüp" psikiyatri kliniğine kapatılan yakın arkadaşı Daniel'in, üç yıl sonra kendisini araması büyük bir koşuşturmanın ilk adımı.
Aradan geçen üç yılın ardından Gustavo'nun kendince haklı endişeleri var: Eski günlerin labirentinde sıkışıp kalmak ve sıkıntılı kayıtlarla dolu defterlerin yeniden açılması. Annesinin yargıçlara yaptığı ödeme sayesinde hapishane yerine psikiyatri kliniğinde yatan Daniel'in yardım istemesi ise Gustavo'nun endişelerini pekiştiren bir olay.
Gustavo'nun fark ettiği ve Daniel'in konuşmaları sırasında dillendirdiği bulaşıcı delilik, onun psikiyatri kliniğindeki gözlemleriyle yarattığı bir kavram. Üstelik delilerin dışarıda bulunup dünyanın canına okuması gerektiğini söylemesi, Gustavo'nun onda çok önceleri keşfettiği akıl almaz bilgeliğin yansıması sanki. Belki de bu, dahilikle delilik arasındaki ince çizginin tam üstüne basması demek.
Daniel'in üniversite yıllarında kitaplar, gerçeklikten tecrit edilmiş alemlere veya paralel gerçekliğe adım atmasını sağlıyor. Bu hali, başta Gustavo olmak üzere diğer yakın arkadaşlarının dikkatini çekiyor. Aslında "hayal mimarisi" dediği şeye el atması belki de bu yüzden; o mimari, Daniel'in kız kardeşiyle beraber düşlediği evi oluşturmasını da sağlıyor.
Patriau, Daniel'i Gustavo'nun dilinden anlatırken kitapları, genelevleri ve arkadaşının psikiyatri kliniğindeki sabuklamalarını, gerçeklikten bir kopuş ya da farklı bir gerçeklik algısı olarak ortaya koyuyor. Belki de cinayeti örten, geçmişteki dengesizlikleri gizleyen ve bugünden sıyrılmayı kolaylaştıran bir gerçeklik şeklinde resmediyor.
Farklılıklar konusunda takıntılı Daniel, nişanlısı Juliana'yı neden öldürüyor? Ortak arkadaşlarının anlattığına göre yaygın algının aksine Juliana, Daniel'den daha karmaşık biri. Cinayetin nedeni de burada aranabilir belki. Ama atlanmaması gereken bir gerçek, Daniel'in hikayeler içinde yaşadığı. Patriau, bu anlarda ustaca kafa karıştırıyor: Hikayeler, psikiyatri kliniği ve kitaplar gibi cinayet de gerçekleri gizleyen veya saptıran bir unsur olarak önümüze çıkıveriyor.
Tuhaf cinayetler
Daniel'in psikiyatri kliniğine torpille yatışından önce de hafif bir patolojik vaka olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. Yani aslında "cinayet işlemesi", tuhaf hikayeler uydurması ve bozamayacağı bir düzen yaratması kimlerince garipsenmiyor. Fakat Gustavo'nun araştırması ve birçok insanla konuşması, şaşırtıcı gerçeklerle yüzleşmesine neden oluyor.
Romanda tek Daniel ve Juliana kurgulanmış görünüyor ama ikisini anlatan başka başka karakterler, farklı bakış açılarıyla yorum yapıyor. Zorlayıcı olan da bu: Kime inanacaksınız? Kim doğru söylüyor? Patriau, aklımızı boncuk ederken birbirini izleyen hikayelerle konuyu dallandırıp budaklandırıyor. Bu yüzden kendimizi Daniel'in yattığı psikiyatri kliniğinde hissetmemiz hiç garipsenmemeli. Ayrıca yazarın sayfalara döşediği mayınlar ve satır aralarına yerleştirdiği şifreler, tedirginliğimizi ve merakımızı da arttırıyor.
Biz, bir cinayeti sindirmeye uğraşırken Gustavo'nun ısrarlı araştırmaları, hani hunharca denir ya, işte aynen öyle işlenmiş ikinci cinayeti karşımıza çıkarıyor. Dolayısıyla hem Gustavo hem de okur bambaşka gerçeklerle buluşuyor. Araya karışan mafya, ceset satıcıları ve parçalayıcıları ise Patriau'nun midemize indirdiği yumruklardan bazıları.
İşlenen cinayetler başlı başına tuhaf. Üstelik soruşturmayı yürüten polisler için söz konusu cinayetlerin derinliğinin olup olmaması da pek önemli değil; "cinayet silahlarının bir önemi yok, silah silahtır, mesaj değil" cümlesi, bunun bir göstergesi.
Daniel'in "hiç kimseyi öldürmek istemedim", "bir suçludan çok tanığım", "bir başkasının zihninde hapsoldum veya kendimi bir suçlunun zihninde mahkûm hissediyorum" deyişi, soruşturmada atlanan ama Gustavo'nun fark ettiği derinliğin ta kendisi.
Patriau, Daniel'in yaptıklarını ve Gustavo'nun araştırmasını anlatırken ortaya koyduğu şey, Daniel'in gömüldüğü ve kurguladığı hikayelerin hakikate giden yol olduğu. Yazar öyle bir hikaye kurmuş ki son an'a kadar hakikatin ayırdına varamıyorsunuz. Cinayetlerin altındaki sır ortaya saçılınca romandaki pek çok insanın düştüğü yanılgıya kapılmış olduğunuzu kavrıyorsunuz. Patriau'nun bize verdiği öğüt çok açık: "Hiçbir şeye inanma." İnsanlarla konuşmasından ve gerçekleri öğrenmesinden sonra Gustavo da bu öğüdün ne kadar yerinde olduğunu anlıyor.
* Görsel: Emre Karacan
Yeni yorum gönder