Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Han Duvarlarından Zindan Duvarlarına: Faruk Nafiz Çamlıbel



Toplam oy: 141
Çamlıbel, yalnız vezin, kafiye ve kelimenin ahenginden vücuda gelmiş bir musikiyi şiir için kâfi görmüyordu. Şiirin iddiasını bile bir hedef sayıyordu şair için. Özgün olmak, farklı görünmek için aykırı davranmak değildi. Samimiyetini kaybetmiş bir yeniliğin metne katkısı olamazdı.

Kendi cümlesiyle, “Oynayacak yaşta düşünen, okuyacak yaşta yazan bir çocuk”tu Faruk Nafiz, çağından geçmişe yaptığı yolculukta büyüdü. On dört yaşında ilk mısralarıyla şiirin farkına vardı, on sekiz yaşında farkına varıldı “Şarkın Sultanları”yla. Türkçenin lezzetini aşk şiirlerine taşıdı önce; kâh “Bir zaman lâle de sendin bize, peymâne de sen,/ Bağda ırmaktın akan, bahçede rüzgârdın esen,” dedi, kâh, “İki taş heykel oldu vücudumuz kenarda/Ruhumuz enginlere açıldı sandal gibi.” Güzelleri anlatıp dururken bir yolculuğa çıktı da güzellerin yurdu Anadolu’yu anlatmaya başladı. Gün geldi mısraları “elezz-i lezâiz” olarak iltifat gördü Yahya Kemal tarafından, gün geldi genç şairlerden Nazım Hikmet ilk şiirlerinden “Biz ve Deniz”i Çamlıbel’e ithaf etti.

 

Tıp Fakültesi’ndeydi ve dersleriyle ilgilenmekten çok şiirle meşgul oluyor, zamanın edebiyat dergilerini şifalandırıyordu. Çehov gibi edebiyatla tıbbı yan yana götüremeyerek şiiri tercih etti. Fakat gazeteci olmasına bir mani görünmüyordu. İleri Gazetesi Ankara’yı işaret ettiyse de ona çok duramadı orada. Ruhunu doyuracak başka bir iş bekliyordu onu Kayseri’de: Edebiyat muallimliği. 1922 yılında öyle bir seyahate çıktı ki Çamlıbel, Türk şiiri unutulmaz bir eser kazandı bu yolculuktan: Han Duvarları. Anadolu’da öğretmek için Anadolu’dan öğrenmek gerekiyordu belki de.

Yalnız arabacının dudağında bir ıslık

“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı/ Bir dakika araba yerinde durakladı,” mısraları iki dişli bir anahtar gibi bir neslin zihninde dönüp durdu yıllarca; sıcacık odalarında kahvelerini içerken rüzgârlı bir Anadolu yolculuğu yaptırdı onlara. Birkaç fırça darbesiyle resim gözlerinin önünde canlanmaya başlamıştı. “Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı.../Arkadan zincirlenen yüksek Toros dağları,” Şairin elleri bu kez sevgilinin değil rüzgarın saçlarındaydı: “Ellerim takılırken rüzgârların saçına/Asıldı arabamız bir dağın yamacına./Her tarafta yükseklik her tarafta ıssızlık, / Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!” Yaylı denen at arabası bozuk yollarda sarsıla sarsıla giderken fonda bu ıslık sesine ihtiyaç vardı. Bu ıslık olmasa yollar dönüp kıvrılmayacak, şair kulak kesildiği boşlukta şehrin sesini duyamayacaktı. Zaten “Sonun ademdir,” demiyor muydu “insana yolun hali.”
Fakat şehre gelmek için hanların iznini almak, ocağına çöküp sıcak çorbasını yudumlamak gerekiyordu. İlk gecelediği handa dört mısralık bir resim yaptı şair Rönesans ressamlarını kıskandıran: “Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı,/ Her yüze çiziyordu bir hüzün kırışığı./Gitgide birer âyet gibi derinleştiler/ Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...” Bu çizgiler ruhuna görünmez çizikler atmıştı şairin. Fakat yatağının kenarındaki esmer duvarda daha keskin çizgiler bekliyordu onu: “Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken/ Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı,/Bu dört mısra değildi, sanki dört damla kandı.”
Şiir içinde şiir. Kan içinde kan. Hudut içinde hudut. “On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan /Baba ocağından, yar kucağından/ Bir çiçek dermeden sevgi bağından/ Huduttan hududa atılmışım ben” Bu ne dokunaklı bir serzenişti. Ne örtülü bir itiraf. Bir duvara anlatılabilirdi ancak bunlar. Bir duvar saklayabilirdi bu can yakıcı sırrı. Sabah olduğunda handan ayrıldı şair. Alacağı yarayı almıştı ve karlı yollar bekliyordu onu, karlı mısralar... “Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla/Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla./ Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,/Burada son fırtına son dalı kırıyordu.” Son dalın kırılması şair için büyük bir şeydi.

Rüyanın ecele faydası yok
Büyük bir kırgınlık. Bir lezzet gibi değil bir imtihan gibi geliyordu kar. Cevap veremeyeceği bir soruyla uzatıyordu kağıdını. Köye ulaşma umudu gönlünde can verebilirdi imtihan sonunda. “Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü,/ Kar değil gök yüzünden yağan beyaz ölümdü...” Neyse ki bir başka han “Araplı beli”nden yetişmiş, karın elinden alıp ocağın kenarına iliştirmişti yolcuyu. Uykunun yoğun sisinde göz kapakları çırpınırken, duvarlar şairin peşini bırakmıyor, ocağın ateşi ısrarla kor haline gelmiş yeni çizgileri işaret ediyordu: “Gönlümü çekse de yârin hayali/ Aşmaya kudretim yetmez cibâli/Yolcuyum bir kuru yaprak misâli/Rüzgârın önüne katılmışım ben.” Bu mısraların yanında yaşlanabilirdi şair. Ölebilirdi hatta. Dağları aşmaya gücü yetmeyecekse ne diye yola koyulacaktı tekrar. Fakat her sabah gibi o sabah da yaşama sevinci üfledi kanına. O sabah da yine mesafelerin çağrısını bütün hücrelerinde hissetti.
Bu kez masmaviydi gök. Kış ocağın küllerine karışmış, üç günde üç mevsim değişmişti. Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’da karşıladı onu üçüncü han. Yorgundur, diyerek hemen uyuttu, insaf edip erteledi ecelini. Fakat rüyanın ecele faydası yok. Kıvılcımlı bir sabaha uyandırmak için başucunda bekliyordu satırlar: “Garibim, namıma Kerem diyorlar/Aslı’mı el almış harem diyorlar/Hastayım derdime verem diyorlar/Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben” Şair bu satırlarla karşılaşınca sadece yanmadı, anladı ki Maraşlı Şeyhoğlu dağı aşamayacaktı. Handan ayrılırken korka korka sordu hancıya Maraşlı Şeyhoğlu’nu. Kendini sorar gibi sordu tepeden tırnağa ürpererek. Cevap yolculuğu sona erdiren kapkara bir noktaydı: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende.”

Han Duvarları kaderiydi Çamlıbel’in
Çamlıbel bir röportajında, “O zaman Anadolu’ya giden iki tren yolu vardı. Bir yol Ulukışla’da diğeri Ankara’da kalırdı. Umumiyetle yaylı denilen at arabaları ile seyahat etmek düşündüklerini hissedebilmek, bu şiirin doğuşuna yardım etmiştir,” diyordu. Dört günde yazdığı bu şiir bütün şiirlerinin önüne geçti. Şiirin ilham kaynağı Niğde Ulukışla sınırlarındaki Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı’ydı. Niğde’de halk Faruk Nafiz Hoca’nın Hanı adını takmıştı mekana. Bundan haberdar edildiğinde Çamlıbel, “Evet biliyorum. Bunu bana da söylediler. Bu suretle bir han sahibi olduk,” demişti.
Faruk Nafiz sadece bir öğretmen olarak bulunmadı Anadolu’da. Bakanlık bünyesinde yapılan Anadolu seyahatlerinin de duyarlı gözlemcilerinden biriydi. Edebiyat dünyasına kazandırdığı talebelerden Behçet Kemal Çağlar, zamanla hocasıyla arasında oluşan düşünce farklılığından olsa gerek, Çamlıbel’i yeterince Anadolu’da bulunmamakla suçladı.
Çağlar’a göre “Çoban Çeşmesi”nin şairi taşranın çilesine ancak iki yıl dayanabilmiş, kendini İstanbul’a atmıştı sonra. Halbuki “Sanat” şiiri şu mısralarla bitiyordu Faruk Nafiz’in: “Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken/Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz./ Arkadaş biz bu yolda türküler tuttururken/Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz!” Behçet Kemal Çağlar’la yolları ayrılalı çok olmuştu. Küllük Kıraathanesi’nde Onuncu Yıl Marşı’nın ilk mısraını yazıp gerisini Çağlar’a bıraktığı gün sisler içinde kalmıştı.
Sessiz harflerle inşa etti şiirini Çamlıbel
Çamlıbel, kendisiyle yaptığı söyleşiyi hızlı konuşması yüzünden kaydetmekte güçlük çektiğini söyleyen Baha Tahsin’e, “Ben sesli harfleri harften saymam, yalnız sessizler ile konuşurum,” diyerek latife etmiş, bununla sanatın gürültüden hoşlanmadığını, şiirin gizli tınıları fark ettirmek olduğunu sezdirmek istemişti belki de. Sanat dış görünüşe esir olmayıp içte yapılan bir seyahatti ona göre. “Şair” şiirinde, “Eşyayı tanırken hepimiz sade dışından/ Esrarına yol bulduk onun anlatışından,” diyerek şairin kudretine işaret eden Çamlıbel, şiirin bir yerinde bu kudretin mucizevi oluşuna dikkati çekmişti: “Bir mucizenin lütfuna ermiş gibi yer yer,/Can buldu asâsiyle dokundukça şekiller.” Fakat bu kudrete erişmek ancak aşk ile mümkündü.
O vakit mermer heykelin damarlarında şair kanı gezmeye başlar, âmâ gözlerinde hayaller uçuşurdu. “Her şekle hulûl ettiği günden beri bir can,/ Pervânede aşık görünür, şûlede cânan./ Şair kanı gezmiş gibi mermer damarında,/ Hulyalar uçar heykelin âmâ nazarında.” Aşk azabıyla yaşayacaktı ki şair ölümünden sonra da yaşasın. “Şair” şiirinin son mısralarıyla bunu haykırdı Faruk Nafiz, sessizce söylemedi: “Varsın seni ömrünce azâbın kolu sarsın/ Şair! Sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın!”
Aruzsa aruz heceyse hece
İlk şiirlerinde aruz sazını kullanmıştı Faruk Nafiz. Türk şiirinin dümeni heceye çevrilince yeni sazını eline almakta tereddüt etmedi ve hece enstrümanını da sanatlı konuşturdu. Hecenin ne kadar görkemli kullanılabileceğini “Kolsuz” şiirinde görmek mümkündü. “Kolsuz” hecenin güçlü kolu olarak edebiyat tarihindeki yerini almakta gecikmedi: “Sağ kolu kesilmiş omuz başından,/Dev adımlarıyle bir yolcu gitti:/Solunda bir kılıç gibi sallanan/ Tek kolu anlattı, bu bir yiğitti. /Bir dağdı gölgesi kararttı yolu,/Ardınca yürürken içim yas dolu,/Canlandı gözümde kesilmiş kolu,/ Sınırda düşmanı göğsünden itti.”
Çamlıbel, yalnız vezin, kafiye ve kelimenin ahenginden vücuda gelmiş bir musikiyi şiir için kâfi görmüyordu. Şiirin iddiasını bile bir hedef sayıyordu şair için. Özgün olmak, farklı görünmek için aykırı davranmak değildi. Samimiyetini kaybetmiş bir yeniliğin metne katkısı olamazdı. “Orijinalite, insanın olmadığı gibi görünmesi, sahte olması demek değildir. Hayatta samimi olmıyanlar nasıl hoş görülmezse edebiyatta da sevimli durmaz,” diyordu.
Müsveddesi olmayan şairler
Yeni şairlerin müsveddeleri yokmuş gibi geliyordu Çamlıbel’e. Az çalışılmış hatta çalışılmamış şiirlerdi bunlar. “Bir Akif, bir Fikret, mısralarını ortaya çıkarmak için uzun bir ameliye geçirirlerdi.” Müsveddesi olmayan şiirler sonunda bir müsvedde olarak kalmaya mahkumdu ona göre. İyi şiiri anlamak da emek isterdi.
Saçma olduğunu düşündüğümüz nice mısrada kim bilir hangi cevherler barınıyordu. Gülümseten şiirlerinden birinde şöyle diyordu Faruk Nafiz: “Faruk Nafız bahseder hep yanıp kül olmaktan,/ Kaldığına bakarsan canlı volkan sanırsın../ Nazım Hikmet yürürken şiir okur arşınla,/ Manalı söyler amma saçma sapan sanırsın…” (Devam edecek.)

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.