Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hangi Aşk-ı Memnu?



Toplam oy: 963
Halid Ziya Uşaklıgil
Özgür Yayınları
Telif hakkı koruma süresi dolan Küçük Prens'i hangi yayınevinden okuyacağımızı seçerken devreye giren çeviri faktörü, Aşk-ı Memnu kitaplarında ortadan kalktığına göre, nasıl seçim yapacağız?

Türkiye’de kültür ve sanat eserlerini yaratıcısının ölümünden sonra 70 yıl süreyle koruma altına alan bir telif yasası mevcut. Yani, artık hayatta olmayan bir yazarın eserlerini yayımlamak isterseniz ya vârisleriyle anlaşmalı ya da 70 yılın ardından gelecek telifsiz günleri beklemelisiniz.

 

2015 yılında, “telifsiz yıl” ifadesinin manasını daha iyi kavramamızı sağlayan bir olay yaşadık; Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry’in ölümü üzerinden 70 yıl geçti ve yayınevleri birbirleri ardına Küçük Prens’i yayımladı. Deyim yerindeyse, bugün artık ortalık Küçük Prens’ten geçilmiyor! Bu durumun hem iyi hem de kötü yanları var. İyi yanı, eseri Tomris Uyar-Cemal Süreya ve Selim İleri gibi Türkçe edebiyatın önemli isimlerinin çevirileriyle okuma şansına sahip olduk; kötü yanı ise “sürümden kazanmak” fikriyle alelacele yayımlanan, düşük fiyatla satılan, kötü çevirili birden çok nüsha da okuyucuya alternatif olarak sunuldu. Burada su çatlağını bulacak, özenli çeviriler kalıcı olacak şüphesiz; ama umarım bu yolculuk okur nezdinde uzun sürmez.

 

Bahsettiğimiz bu “telifsiz yıllar,” Türkçe edebiyat eserleri üzerinden de yavaş yavaş konuşuluyor artık. Şüphesiz bu yavaşlıkta modern anlamda roman ve hikayenin Türkçede muadillerine göre daha geç bir zamanda yazılmaya başlanmasının da payı büyük. Şöyle bir karşılaştırma yapmak sanırım daha açıklayıcı olacak: Dostoyevski’nin edebiyat tarihini dönüştürmüş romanı Suç ve Ceza’yı yazdığı tarihi 1866 iken, Şemseddin Sami’nin Türkçenin ilk romanlarından biri sayılan ve “yeni” olmanın tüm acemiliklerini bünyesinde barından Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ının yayımlanma tarihi 1875.

 

 

1945 yılında yaşamını yitiren Halit Ziya Uşaklıgil’in eserleri de artık telif kanununa tâbi değil. Haliyle, televizyon dizisi sayesinde popülerliği oldukça artan Uşaklıgil –öyle ki herkes birbirine biraz da entelektüel bir kibirle “Aşk-ı Memnu’nun kitabının diziden sonra çıktığını sanan” insanlar gördüğünü anlatıyordu–, daha da görünür olacak. Bu kapsamda yayınevleri yazarın kitapları arasından ilk önce Aşk-ı Memnu’yu yayımlamayı tercih ettiler. Uşaklıgil’e rağbetin bu romanın popülerliğinden kaynaklanıp kaynaklamadığını yayınevlerinin yazarın diğer kitaplarına yönelik tutumları gösterecek. Aşk-ı Memnu’yu basan yayınevleri şimdilik şunlar: Alter, Can, Everest, İskele, İnkılap, Romos. Öte yandan, Can ve Everest Yayınları’nın bir de günümüz Türkçesine uyarlanmış baskıları var. Küçük Prens’in başına gelen iyi ve kötü tüm durumlar Aşk-ı Memnu için de geçerli.

 

Elimizdeki kitaplar, günümüz Türkçesine uyarlanmış baskıları bir kenara bırakırsak, Osmanlı Türkçesi ile yazılmış orijinal metnin Latin harflerine uyarlanmış versiyonları. Dolayısıyla basılmış eserler arasında birkaç ufak yazım ve dizgi hatası ile editör tercihi dışında hemen hemen hiçbir fark bulunmuyor. Peki, Küçük Prens ve diğer klasikleri hangi yayınevinden okuyacağımızı seçerken devreye giren çeviri faktörü Aşk-ı Memnu kitaplarında ortadan kalktığına göre, nasıl seçim yapacağız? Bence bu noktada en önemli unsur, önsöz ve sonsözler olmalı. Dolayısıyla, Can Yayınları’nın Mehmed Rauf ve Everest Yayınları’nın Selim İleri sonsözlü nüshaları diğer nüshalardan daha ayrıcalıklı konumda. 

 

Fakat bu tercihlerin de çok yönlü bir Aşk-ı Memnu okumasına istenen katkıyı sağlamayacağını düşünüyorum. Mehmed Rauf yazıldığı dönem içinden bakıyor romana; Selim İleri ise bugünden – en iyimser ihtimalle 50’ler sonrasından... Özellikle, zaten oldukça bilinen Mehmed Rauf sonsözü, okuyana Tanpınar’ın düşüncelerini hatırlatır cinsten: “Bundan vazgeçtik, günün eserleri üzerinde olsa ciddi bir münakaşanın açıldığını göremeyiz. Bizzat roman yazanlar da eserlerinin haricinde, sanatlarına ve arkadaşlarına dair yazı yazmazlar yahut sayılacak kadar az. Ben çok def'a alemimizin bu hali karşısında ‘acaba bizde roman, okuyucu ile yazıcı arasında çok husus! kalması lazım gelen bir nevi ailevi bir iş midir’ diye düşündüm.” 

 

Metni Türkçe romanın genesisi üzerinden değerlendirecek ve dönem hatıralarından daha çok akademik bir incelemeye yönelecek bir önsöz ile Rauf ve İleri’nin metinleri ayakları yere basan bir bağlama oturabilir, üstelik böyle bir önsöz, romanı edebiyat tarihi ile paralel düşünmenin de ilk adımı olabilirdi. Selim İleri’nin metni bahsettiğimiz bu önsöze yaklaşsa da tam olarak bu “yolu” yaratamıyor, daha çok romanın derli toplu bir şekilde yazılmış özetini/tanıtım yazısını andırıyor. 

 

Everest ve Can Yayınları nüshalarının ayrıcalıklı konumundan bahsetmiştik. İki nüsha arasında bir kıyaslama yapacak olursak; Seval Şahin’in yayına hazırlama aşamasında yapılan tüm değişiklikleri anlattığı, bir bakıma klasikleri yayımlamanın mutfağını okura açan nitelikli ve titiz “Editörün Notu” başlıklı metniyle Everest Yayınları nüshasının bir adım daha öne çıktığını söyleyebiliriz.

 

Küçük Prens çevirilerinden bahsederken, “Su çatlağını zamanla bulacak,” demiştik. Aşk-ı Memnu özelinde, Türkçe edebiyatın klasik yapıtları için de bu durum geçerli. Fakat yıllardır telif hakkı olmayan çoğu Tanzimat ve Servet-i Fünun eserinin durumu ortadayken, sanırım pek çabuk umutlanmamalıyız.

 

 


 

 

 

>>> Küçük Prens'in büyük telif hakları tartışması

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Serpil Yıldız

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.