“Beyoğlu Fısıltıları” romanının üzerindeki yazar ismi ilgimi çekmişti. Boratav ailesinin bir bölümünü şahsen tanıyor, ailenin diğer kolunun Fransa’da yaşadığını biliyordum. Sadece o kadar. David Boratav ve yazarlığı ile ilgili bilgi sahibi değildim. Beni asıl heyacanlandıran Davit Boratav’ın dedesinin hayatından yola çıktığını söylemesiydi. Belki tanımayanlar olabilir düşüncesiyle önce bu değerli halkbilimcisi hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum.
1907 doğumlu Pertev Naili Boratav, 1930 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. 1931-1932′de ünlü tarihçimiz Fuad Köprülü’nün asistanlığını yaptı ve 1941′de Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği teziyle doçent olup 1948′de profesörlüğe yükseldi. Cadı kazanlarının kaynadığı, Tek Parti yönetiminin Nazi Almanyasına yakınlık duyduğu, komunizmin en büyük tehlike sayıldığı karanlık bir dönemdi –dönemlerden biriydi-. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuşak aydınlarındandı Pertev Naili Bey, sol görüşlü aydınların çıkardığı “Yurt ve Dünya” dergisinin yöneticisiydi. Hükümetin hışmına uğraması kaçınılmazdı. Nitekim, 1948′de başkanı olduğu Halk Edebiyatı Kürsüsü CHP iktidarınca komünizmi yaydığı gerekçesiyle kapatılacak, ülkede barınamayacağını anlayan Boratav yurtdışına gitmek zorunda kalacaktı. ABD, Almanya ve Fransa’da çalıştı. Stanford Üniversitesi Türkiye Bölümünü kurdu. Paris’te CNRS (Centre National de la Recherche Sdentifique)’de çalıştı. 1998′de öldüğünde geride 2000 masal, 40 halk hikâyesi, çocuk oyunları, türküler, tiyatrolar, şarkılar, fıkralar, şiirlerden oluşan zengin bir arşiv bırakmıştı.
Dededen Toruna
David Boratav’sa Paris’te doğmuş, Paris’te Siyasal Bilgiler, Strasbourg ve Leeds’te hukuk eğitimi almış. AB Parlamentosu’nda, Londra’da BBC World Service’te, New York’ta BM’de görev yapan Boratav, çevirmenlik ve edebiyat eleştirmenliği de yapıyor. Eylül 2009’da Fransa’da “Murmures à Beyoğlu” (Beyoğlu’nda Fısıltılar) adıyla yayımlanan ilk romanı, Gironde Yeni Yazarlar Ödülü’ne layık görülmüştü.
Bu ilk romanında aile tarihinden esinlenmiş David Boratav. Dedesini anlatıyor ama kendisi ortaya çıkmıyor, babasının –yani Pertev Naili Boratav’ın oğlu Murat’ın- bakış açısını kullanıyor. Ancak roman kahramanının ismi belirtilmiyor ve aslında babasının hayatıyla roman kahramanı arasında bir ilişki kurmak da zor. Kısacası, gerçek bir şahsiyetten yola çıkmış, onun hayatının karakteristik anlarından esinlenmiş, ancak kurmacanın kurallarını çiğnememiş. Gerçeklikle sıkı sıkıya bağlı kurmaca bir dünya, kurmaca karakterler ve olaylar yaratarak basit bir biyografi yazmanın ötesine geçiyor.
Londra’da bir araştırma labaratuarında çalışan ellili yaşlarında Paris’li bir adam. Mutsuz. Tek çocukları yetişkinliğe eriştiğinde karısı tarafından terk edilmiş, genç bir sevgili bulmuş ama karısının hayali aklından henüz silinmemiş. Bütün bunlara babasının ölüm haberi de eklenince dünya ile baş etmekte zorlanıyor. Uykusuzluktan muzdarip, uykusuzluğun ve kullandığı ilaçların etkisiyle bitkin, gördüğü halisünasyonlardan dolayı huzursuz. Psikiatri seanslarından da sonuç alamıyor, içindeki ikinci kişiliğin sesini bastıramıyor...
Babasının ölümü işlemlerini tamamlamak için gittiği konsoloslukta ısrarla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçirilir. Artık din hanesinde islam da işlenmiş, ama pasaportunu eline aldığı anda asker kaçağı durumuna da düşmüştür. İyice bunaldığı Londra’dan bir süreliğine ayrılmak ister. Yolu belirsizdir. Aslında coşkusu, umudu, beklentisi de yoktur. Ani bir kararla İstanbul’a gitmeye, babasının ölümünden sonra apar topar İstanbul’a taşınan annesini ziyaret etmeye karar verecektir...
Dil, Kimlik ve Coğrafya
İstanbul’a ayak bastığında pek çok anı bir birine karışır. Önce bir değişim ve hayal kırıklığı yaşayacaktır. İstanbul’u bu kentte büyümüş, bu kentten yıllarca uzak kalmış, dilini yitirmiş bir adamın yorgun gözleriyle izliyoruz. İstanbul’a –ve Türkiye’ye- ilişkin keskin gözlemlerini zengin tasvirlerle aktarıyor David Boratav;
“İstanbul değişmişti. Şehir, harabeler arasında söneceğine gençleşmişti. Taksim Meydanı bir anlık ihtiyaçların harekete geçirdiği açgözlü ve kararlı bir kalabalıkla doluydu. (...) Artık burada olduğuma göre, burada kimsenin kimseyi tanımadığı, sokakların eskisinden daha kalabalık ve gürültülü, daha pis ve daha karışık olduğu apaçıktı. Burada içi dışına çıkmış ve bir tek dış cephesi kalmış eski bir binanın yılgın mal sahibi gibi dolaşıyordum. Kurallar değişmişti. İnsanlar yeni bir kararlılıkla, beklemesi olmayan bir dünyanın bilinciyle hareket ediyorlardı, eskinin uyuşukluğunu üzerlerinden atan bu gövdeler her yerlerini saran bir sarsıntının etkisindeydiler. Bir yaşama, daha iyi yaşama ihtiyacı, daha kuvvetli olanlar safına ait olma, kapitalizmin hoyrat kayıtsızlığına yanaşma ihtiyacı - nostaljinin bilinen bütün kurallarını reddeden hummalı bir gayret. (...) Bu yeni megapolde izler kaldıysa bile -dış duvarların arkasında gözlerden saklı bahçeler, boğazın mavi düzlüğünde köpükten izler bırakan vapurlar ve taş binalar arasında ezilen kararmış ahşap evler-, bu hatıralar bana ait değildi. Başkalarına -Orhan'a, anne ve babama, Celal'e, ölmüşlere, uzaklarda burayı gözünde canlandıran, birbirlerine İstanbul'u anlatıp özleyen herkese- aitti ama bana ait değildi.”
Ancak değişmeyen şeyler de vardır. Mesela zihniyet biçimleri değişmemiştir, topluca komplo teorisi üretimi, ötekine duyulan güvensizlik, düşmanlık, korkular, politikacıların bu korkulardan beslenmesi hiç değişmemiştir. İstanbul’u, Beyoğlu’nu, gecesi ve gündüzüyle dolaşırken bir yandan da çocukluk yıllarına dönecek babasını (Pertev Naili Boratav’ı) ve yaşadıklarını hatırlayacaktır. Ve yavaş yavaş hem dilini bulacak hem de kimliksizliğini atacaktır üzerinden;
“Dilim anlığa meydan okuyan ama aslında çocuk doğallığından başka bir şey olmayan bir doğallıkla o kelimeleri söylemeye ve telaffuz etmeye başladı. Ve fiziksel şehirde, yabancı şehirde yoluınu bulamadığım doğruysa da, ben şimdi hiçbir somut yanı olmayan başka bir yol tutturmuştum, bir tek benim bildiğim ve takip ettiğim bir güzergâha göre ilerleyen bir yöneliş - dil alışkanlıkları, dilin coğrafyası.”
“Beyoğlu Fısıltıları” iki zamanlı bir roman. 1950’lerdeki çocukluk anılarıyla şimdiki zamandaki olgunluk izlenimleri arasında gidip gelen anlatının iki zamanı iki yıkım anında birleşiyor. İlkinde 6-7 Eylül olayları, ikincisinde Körfez depreminin yarattığı acılar var. Ne tuhaftır iki her iki yıkım da anlatıcının İstanbul’dan ayrılmasıyla sonlanacaktır.
Başlangıçtaki niyeti öyle olmasa da kimliğini buldukça yitik zamanın peşine düşen roman kahramanıyla hüzünlü bir tınısı var romanın. Ancak karanlık hiç değil. Bu şehirde kendisini buldukça sağlık sorunlarından da kurtulacak, yitirdiği özgüneini yeniden kazanacaktır. Bütün bunları hikayeye çok iyi yedirmiş Boratav. Bir yandan da 21.yüzyıl arifesindeki Türkiye Cumhuriyetinden çarpıcı kesitler sunuyor; yeni zenginler, yeni burjuva sınıfı, onların yanı başındaki entelektüeller, muhazakarlar ve en alttakiler İstanbul coğrafyasında tuhaf bir karışım oluşturuyorlar.
“Beyoğlu Fısıltıları” köksüzleşme ve köklere dönüş, hatırlama ve hesaplaşma, yurtsuzluk ya da dünya yurttaşlığı, sürgün ve iltica gibi önemli izlekleri değişim içindeki İstanbul’un tarih ve coğrafyasıyla birlikte ele alan bir roman. Orhan Pamuk’un “Hatıralar ve Şehir”ini hatırlatmakla birlikte, şehre hem içerden hem dışardan bakan anlatımıyla David Boratav özgün bir hat çizmiş kendisine.
Yeni yorum gönder