Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hatırlamak esastır



Toplam oy: 1015
W. G. Sebald // Çev. Hulki Demirel
Can Yayınları
W. G. Sebald zorlu ama bağımlılık yaratan edebi mirasında bizlere, dünyada direnebilmenin yolunun hafızamızı korumaktan geçtiğini söylüyordu.

Avustralyalı müzisyen/şarkıcı Nick Cave, hayatının beyazperdeye yansıtıldığı Dünyada 20.000 Gün filminde psikanalistinin, “Hayatta en büyük korkunuz nedir?” sorusuna, “Belleğimi yitirmek,” diye cevap veriyordu. Alman yazar W. G. Sebald’ın edebiyatını da tek bir sözcükle tanımlamak gerekse, bu sözcük “bellek” olabilir. Ya da belki, daha kapsayıcı olması bakımından “hafıza”... Hafızanın ve hatırlayışın poetikasını çıkardı Sebald ve bunu daha önce kimsenin yapmadığı bir biçimde becerirken edebi türleri harmanladı, öykü ve romanlarının arasına fotoğraflar, belgeler, çizimler, takvim yaprakları serpiştirerek belleğin yolculuğunu aydınlatmaya çalıştı.

 

Gerçek ile kurgusal olanın iç içe geçtiği, bulanık ama canlı, yaratıcı ama belgesel tadı da veren metinler onunkiler. Ve bu metinlere eşlik eden -çekilmiş ya da bulunmuş- fotoğraflar da onu okuma serüveninde önem taşıyor. Lakin açıklayıcı bir alt yazısı olan ve hemen “duyguları harekete geçiren” türden ya da “öğretici” fotoğraflar değil bunlar. Ancak etrafını saran metinle anlam kazanıyor ve “aura”yı genişleterek bazı şeyleri ima ediyorlar; bu sayede de okurun, metnin içindeki yolculuğunda hayal gücünü zenginleştiriyorlar. “Beni fotoğrafçılık işinde en çok büyüleyen an, gerçekliğin gölgelerinin ışık verilen kağıtta tıpkı anılar gibi adeta hiç yoktan ortaya çıktığı an olmuştur, nitekim anılar da karanlığın arasından içimizde belirir ve onları kaçırmamak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, banyo teknesinde fazla kalan resimler gibi hemen kararırlar,” diyor Sebald, kendisinin de amatör bir kamerasının olduğunu öğrendiğimiz bir söyleşisinde.

 

Melankoli, her Sebald metninde olduğu gibi Vertigo’da da temel unsur; ancak melankolinin yanında endişe, bunaltı, uykusuzluk, baş dönmesi ve yorgunluğun yarattığı bir ruh hali de öykü kişilerinde az ya da çok belirgin.

 

 

Vertigo, Alman yazar Winfred Georg Maximillian Sebald’ın Türkçeye çevrilen dördüncü kitabı. Daha önce Göçmenler, Austerlitz ve Satürn’ün Halkaları isimli kitapları -eğer varsa- okuyucusuyla buluşmuştu. 1944 Wertach (Almanya) doğumlu yazar ülkesinde ve İsviçre’de edebiyat okuduktan sonra akademisyen olarak 1966’da İngiltere’nin Manchester şehrine geçmiş, oradan da 2001’deki erken ölümüne kadar yaşayacağı Norfolk’a taşınmıştı. Kitaplarında enine boyuna anlattığı bu topraklar üzerinde otomobil kullanırken geçirdiği bir kalp krizi, 14 Aralık 2001’de çağdaş edebiyatın bu sıradışı yazarını bizlerden ayırdı.

 

Melankoli, her Sebald metninde olduğu gibi Vertigo’da da temel unsur; ancak melankolinin yanında endişe, bunaltı, uykusuzluk, baş dönmesi ve yorgunluğun yarattığı bir ruh hali de öykü kişilerinde az ya da çok belirgin. Vertigo da Göçmenler gibi, birbirinden bağımsız okunabilen, ama bir yandan da içsel yaşantıların yoğunluğuyla örülmüş anlatılardan oluşuyor. İlk anlatı Stendhal hakkında, ama yazar burada ön ismiyle, yani Beyle olarak karşımıza çıkıyor. Hafızada kalan, Beyle için de önemli: “Bu nedenle insanlara, seyahatlerde karşılaştıkları güzel manzara ve görüntülerin gravürlerini almamalarını öğütler. Çünkü gravürler kısa bir süre içinde adı geçenlere dair anıların yerlerini ele geçirecek, hatta şunu söylemek bile kabildir ki, bu anıları tahrip edeceklerdir.” Bir gezi yazısı olarak da okunabilecek ikinci metinde ise, isimsiz anlatıcının bizzat Sebald olduğu düşünülebilir. Üçüncü anlatıda ise “Dr. K” olarak Kafka var. Sebald’ın kendisini Stendhal’e kıyasla Kafka’ya daha yakın hissettiği anlaşılabiliyor burada, çünkü adeta onun ağzından konuşuyor: “Gözlerimizi açsaydık, doğanın, mutluluğumuz olduğunu görecektik, çoktandır onun bir parçası olmayan vücutlarımızın değil. İşte bunun için bütün sahte âşıklar ki haddi zatında sadece bunlar mevcuttur, aşk sırasında gözlerini kapalı tutarlar, ya da kocaman kocaman açarlar şehvetle, ki bu da aynı şeydir aslında.” Dördüncüde ise anlatıcı, doğmuş olduğu ama onlarca yıldır görmediği kasaba W.’ye bir ziyaret yapar. Bir krizin tetiklediği bu türden bir yolculuğa Sebald’ın yazdıklarında sıkça rastlanır. Birer arayıştır bu yolculuklar, ama neyin peşinde olunduğu pek de belli değildir. Bazen eksik olan bir şeyin tamamlanabileceği ya da hatırlanabileceği umulur: “W.de geçirdiğim ilk günlerde Engelwirt’ten hiç çıkmadım. Geceleri rüyaların tacizinde geçirip, ancak sabahın ilk saatlerinde huzura kavuşabildiğim için öğleden önceleri uyudum ki bunu başka zamanlarda hiç beceremem. Öğleden sonraları ise aldığım notlar ve onlarla bağlantılı tefekkürle meşgul, boş birahanede oturdum.” Yolculuk yapmak, bağlantıları kurabilmek için hafızayı özgürleştirebilir belki ama fazla bilinçli olma hali, anın fazlasıyla farkında olma hali, düzeltilmesi mümkün olamayacak yanılgıları da beraberinde getirebilecektir. 

 

Edebiyat eleştirmenleri, Sebald’dan tek bir kitap okunacaksa bunun Austerlitz olması gerektiğinde hemfikirler. Aynı kişiler, onun Thomas Bernhard, Borges, Nabokov ve Kafka ile aynı soydan sayılması gerektiğini de düşünüyorlar. Öte yandan Vertigo, Göçmenler ve Satürn’ün Halkaları da bir “üçleme” olarak görülebilir.

 

Daha önce SabitFikir için, “Niçin Sebald okumamız gerektiği” sorusunu şöyle cevaplamıştım: “Üzerinde yoğunlaşılınca, insanı -her seferinde- yeniden bütünleşmiş hissettirdiği için…” Şu kesin ki, W. G. Sebald’ın erken ölümü, çağdaş edebiyatı benzeri olmayan bir yazardan mahrum bıraktı. Sebald zorlu ama bağımlılık yaratan edebi mirasında bizlere, dünyada direnebilmenin yolunun hafızamızı korumaktan geçtiğini söylüyordu.

 

 


 

* Görsel: Ömer Faruk Yaman

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.