Tsukuru Tazaki, tren istasyonunundaki banklardan birinde oturuyor. Zamanı olup yapacak bir şeyi olmadığında, düşünmek istediğinde öyle yapar. Büfeden aldığı kahveden bir yudum aldı. Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları'nın 19. bölümündeyim, romanın sonu yakın. Haruki Murakami, burada hikaye anlatıcılığına Brechtvari bir ara veriyor:
Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş.
Japonlar, Batı'dan baktığımızda hep bir ortak felaketi paylaşan "çoğunluk" resminin içinde bir mono-ırk. Onlara karşı uzaktan hissedilen sempati gerçek ama hep büyük resim üzerinden. Japonların mutluluğundan kim sorumlu? Murakami'yi fazla bireyci olmakla en sert eleştirenlerden olan Kenzaburo Ôe, insanın tarihsel bir varlık olduğunu ve edebiyatın sorumluluğunun, insanı yaşadığı çağın şahidi olarak kahramanlaştırmak olduğunu savunan tümdengelimci bir bakış açısıyla, belki de Nobel Komitesinin Japon edebiyatından beklentisini tekrarlıyor. Murakami ise kendisini bir sanatçı olarak görmediğini, daha çok sözcüklerle mühendislik yaptığını söylüyor. Bu nedenle, adı Japonca "yaratmak" değil de, "üretmek, ortaya çıkarmak" anlamındaki imlerle yazılan, tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş Japonları seyrederken, Murakami'nin yazar olarak hedeflediği görevden söz ediyor sanki: "Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."
Renksizlik meselesi
Romanın isminin Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları olması, beni de, kitap üzerine yazılan çoğu inceleme yazısında olduğu gibi bir renk metaforu avına yolladı. Başkahramana verdiği "renksiz" sıfatı Murakamice bir "çirkin ördek hikayesi" olarak başlatıyor romanı. Tsukuru Tazaki, lisedeyken adlarında renkler geçen beş kişilik bir arkadaş grubunun, adında renk geçmeyen tek üyesidir. Kendini çirkin, silik, yetersiz hissetse de grubun içinde olmaktan mutludur. Üniversiteye gitme zamanı geldiğinde, yaşadıkları şehri terk edip Tokyo'ya giden sadece o olur. Tatil için eve döndüğünde, arkadaşları bir daha onunla görüşmek istemediklerini söylerler. Bu nedensiz reddediliş, Tsukuru'yu ölmeyi isteyecek kadar derinden etkiler. Hissettiği acıdan bütün bedeni bir dönüşüm geçirir. Zayıflar, yüz hatları keskinleşir, cinsel dürtüleri artar. Yıllar sonra, onu reddeden arkadaşları Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya karar verdiğinde, lisedeyken hayal ettiği gibi tren istasyonları tasarlama işini yapan 36 yaşında bir erkektir. Arkadaşlarını karşısında bir araba satıcısı, bir iş dünyası danışmanı, bir piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulacaktır. Renklerini ve daha pek çok şeyi kaybetmişlerdir.
Tsukuru'nun hac yolculuğunda iki rehberi var. Murakamiciler kızacak ama, iki tane Coelho romanlarından fırlama karakter. Kimliksel hac yolculuğu söz konusu oldu mu, kaçınılmaz bir benzetme. Tsukuru'nun önce hayatına felsefe öğrencisi Haida giriyor. Haida, bilincin gerçek ve rüya arasında serbestçe dolaşmasını öğretiyor Tsukuru'ya. Düşüncenin bedenden ayrılarak özgürleşebileceğini anlatıyor. İkinci rehber ise Tsukuru'nun kendisinden iki yaş büyük kız arkadaşı turizimci Sara. Sara, Haida'nın aksine son derece dünyevi ve pragmatik bir karakter. Tsukuru'yla sevgili olmayı kabul etmeden önce onu geçmişiyle hesaplaşması için yolculuğa yollayarak, 90'lardan kalma bir romantik komediye de çeviriyor yer yer romanı.
Memleket yarası
Romana, Lazar Berman'ın piyanosundan Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays bölümü eşlik ediyor. "Le Mal Du Pays", sıla özlemi demek. "Le mal" sözcüğü üzerinde durursak, Tsukuru'nun hissettiğinin melankoliden çok hastalık olduğunu ve Bayan Ak'ın geçmişte sakladığı kötülüğü de haber veriyor. Belki de bu nedenle memleket yarası demek daha doğru: "Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."
Tsukuru'nun asıl derdi, renksizlik değil istasyonsuzluk. Arkadaşları tarafından grubun dışına itildiğinde, "uyum içinde hareket eden, sınırları net, samimiyet yüklü yer" diye tanımladığı çocukluğu, masumiyeti, aile evi ve aidiyet duygusu elinden alınmış gibidir. Buz gibi saydam bir hüzün, yüreğinin ortasına çöken donmuş toprak ancak başka birinin sıcaklığıyla eriyecektir. Yönetmen Bong Joon-ho'nun distopyası Snowpiercer'daki (Kar Küreyici) gibi, varolmaya devam etmek için hiç durmadan hareket etmek zorunda olan, ama duracak yeri olmadığı için hiçbir yere varamayan tren gibidir Tsukuru. Treni fallik bir simge gibi görüp sürekli bir istasyonun içinde olma isteğini Tsukuru'nun cinsel sıkıntılarıyla ilintilendirmek de mümkün. İnsan ilişkilerinin istasyon inşa etmekten farkı yok. İstasyon olmazsa, değer verdiğin insanın hayatına girebileceği bir yer olmaz. Hatta öyle bir istasyon tasarlamalı ki, bir kişiye özel, durması gerekmese bile. Sonra da, istasyonların bir köşesine, kurumak üzere olan beton kısımlara çiviyle adını kazımalı insan. Tsukuru Tazaki'nin yaptığı gibi. Hayat istasyonları hepimize lazım, ölümü tedavi etmek için.
* Görsel: Selçuk Ören
Yeni yorum gönder