Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hayat istasyonları ve ölümün tedavisi



Toplam oy: 1997
Tsukuru'nun asıl derdi, renksizlik değil istasyonsuzluk. Arkadaşları onu grubun dışına ittiğinde, çocukluğu, masumiyeti, aile evi ve aidiyet duygusu elinden alınmış gibidir. Yüreğinin ortasına çöken donmuş toprak ancak başka birinin sıcaklığıyla eriyecektir.

Tsukuru Tazaki, tren istasyonunundaki banklardan birinde oturuyor. Zamanı olup yapacak bir şeyi olmadığında, düşünmek istediğinde öyle yapar. Büfeden aldığı kahveden bir yudum aldı. Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları'nın 19. bölümündeyim, romanın sonu yakın. Haruki Murakami, burada hikaye anlatıcılığına Brechtvari bir ara veriyor:

 

Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş.

 

Japonlar, Batı'dan baktığımızda hep bir ortak felaketi paylaşan "çoğunluk" resminin içinde bir mono-ırk. Onlara karşı uzaktan hissedilen sempati gerçek ama hep büyük resim üzerinden. Japonların mutluluğundan kim sorumlu? Murakami'yi fazla bireyci olmakla en sert eleştirenlerden olan Kenzaburo Ôe, insanın tarihsel bir varlık olduğunu ve edebiyatın sorumluluğunun, insanı yaşadığı çağın şahidi olarak kahramanlaştırmak olduğunu savunan tümdengelimci bir bakış açısıyla, belki de Nobel Komitesinin Japon edebiyatından beklentisini tekrarlıyor. Murakami ise kendisini bir sanatçı olarak görmediğini, daha çok sözcüklerle mühendislik yaptığını söylüyor. Bu nedenle, adı Japonca "yaratmak" değil de, "üretmek, ortaya çıkarmak" anlamındaki imlerle yazılan, tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş Japonları seyrederken, Murakami'nin yazar olarak hedeflediği görevden söz ediyor sanki: "Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."

 

Renksizlik meselesi

 

Romanın isminin Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları olması, beni de, kitap üzerine yazılan çoğu inceleme yazısında olduğu gibi bir renk metaforu avına yolladı. Başkahramana verdiği "renksiz" sıfatı Murakamice bir "çirkin ördek hikayesi" olarak başlatıyor romanı. Tsukuru Tazaki, lisedeyken adlarında renkler geçen beş kişilik bir arkadaş grubunun, adında renk geçmeyen tek üyesidir. Kendini çirkin, silik, yetersiz hissetse de grubun içinde olmaktan mutludur. Üniversiteye gitme zamanı geldiğinde, yaşadıkları şehri terk edip Tokyo'ya giden sadece o olur. Tatil için eve döndüğünde, arkadaşları bir daha onunla görüşmek istemediklerini söylerler. Bu nedensiz reddediliş, Tsukuru'yu ölmeyi isteyecek kadar derinden etkiler. Hissettiği acıdan bütün bedeni bir dönüşüm geçirir. Zayıflar, yüz hatları keskinleşir, cinsel dürtüleri artar. Yıllar sonra, onu reddeden arkadaşları Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya karar verdiğinde, lisedeyken hayal ettiği gibi tren istasyonları tasarlama işini yapan 36 yaşında bir erkektir. Arkadaşlarını karşısında bir araba satıcısı, bir iş dünyası danışmanı, bir piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulacaktır. Renklerini ve daha pek çok şeyi kaybetmişlerdir.

 

Tsukuru'nun hac yolculuğunda iki rehberi var. Murakamiciler kızacak ama, iki tane Coelho romanlarından fırlama karakter. Kimliksel hac yolculuğu söz konusu oldu mu, kaçınılmaz bir benzetme. Tsukuru'nun önce hayatına felsefe öğrencisi Haida giriyor. Haida, bilincin gerçek ve rüya arasında serbestçe dolaşmasını öğretiyor Tsukuru'ya. Düşüncenin bedenden ayrılarak özgürleşebileceğini anlatıyor. İkinci rehber ise Tsukuru'nun kendisinden iki yaş büyük kız arkadaşı turizimci Sara. Sara, Haida'nın aksine son derece dünyevi ve pragmatik bir karakter. Tsukuru'yla sevgili olmayı kabul etmeden önce onu geçmişiyle hesaplaşması için yolculuğa yollayarak, 90'lardan kalma bir romantik komediye de çeviriyor yer yer romanı.

 

Memleket yarası

 

Romana, Lazar Berman'ın piyanosundan Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays bölümü eşlik ediyor. "Le Mal Du Pays", sıla özlemi demek. "Le mal" sözcüğü üzerinde durursak, Tsukuru'nun hissettiğinin melankoliden çok hastalık olduğunu ve Bayan Ak'ın geçmişte sakladığı kötülüğü de haber veriyor. Belki de bu nedenle memleket yarası demek daha doğru: "Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."

 

Tsukuru'nun asıl derdi, renksizlik değil istasyonsuzluk. Arkadaşları tarafından grubun dışına itildiğinde, "uyum içinde hareket eden, sınırları net, samimiyet yüklü yer" diye tanımladığı çocukluğu, masumiyeti, aile evi ve aidiyet duygusu elinden alınmış gibidir. Buz gibi saydam bir hüzün, yüreğinin ortasına çöken donmuş toprak ancak başka birinin sıcaklığıyla eriyecektir. Yönetmen Bong Joon-ho'nun distopyası Snowpiercer'daki (Kar Küreyici) gibi, varolmaya devam etmek için hiç durmadan hareket etmek zorunda olan, ama duracak yeri olmadığı için hiçbir yere varamayan tren gibidir Tsukuru. Treni fallik bir simge gibi görüp sürekli bir istasyonun içinde olma isteğini Tsukuru'nun cinsel sıkıntılarıyla ilintilendirmek de mümkün. İnsan ilişkilerinin istasyon inşa etmekten farkı yok. İstasyon olmazsa, değer verdiğin insanın hayatına girebileceği bir yer olmaz. Hatta öyle bir istasyon tasarlamalı ki, bir kişiye özel, durması gerekmese bile. Sonra da, istasyonların bir köşesine, kurumak üzere olan beton kısımlara çiviyle adını kazımalı insan. Tsukuru Tazaki'nin yaptığı gibi. Hayat istasyonları hepimize lazım, ölümü tedavi etmek için.

 

 


 

 

* Görsel: Selçuk Ören

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.