Yazı yazmanın doğasına dair tonla enteresan mesele içinde bir tanesi -son dönemde denk geldiğim kitaplardan olacak- özellikle meşgul ediyor aklımı. O da, bir kitabın ne kadar kurmaca olursa olsun, hayatın süreğenliği içinde yaratılan bir şey olması ve bu yüzden gerçeklikle (yani yazarın hayatıyla) alışverişinin hiçbir zaman kesintiye uğramaması. Nedense bunu bir nehir yatağında sal üzerinde yolculuk yapmaya benzetmek geliyor aklıma. Salın üzerinde sabit duruyor gibi olsak da, sal ilerledikçe, manzaramız yani gerçekliğimiz değişir. Kitap da öyle bir şey; yaşayan ve içinde bulunduğu dünya ile türlü şekillerde ilişkilenmeye devam eden gerçek bir akıl tarafından yaratıldığı sürece, gerçeklikten kopamaz. Onu eğer büker ama ondan uzak duramaz. Bunun müsebbiplerinden biri de, insanın her daim sızıntılara müsait, geçirgen doğası olsa gerek.
Alejandro Zambra’nın Türkçeye çevrilen yeni romanı Eve Dönmenin Yolları, yazar ve metin arasındaki bu kurmaca /gerçeklik mevzusunu düşündüğüm bir dönemde geçti elime. Kusursuz zamanlama! Dört bölümden oluşan roman, en özet haliyle, yazarın roman yazma sürecini anlatıyor. Kitap ilk bölümde anlatıcının yarattığı bir yazar karakterinin kendi hayat hikayesini yazdığı romanla başlıyor. Romanın ilk bölümü, Şili’de 80’li yıllarda Pinoche diktatörlüğünde geçen bir çocukluk hikâyesi. Kitabın “roman roman içinde” olarak betimleyebileceğim ilk bölümü, “olaylara karışmayan” sıradan bir ailenin çocuğu olan dokuz yaşındaki isimsiz kahramanımız ile ondan üç yaş büyük, -komünist bir babanın kızı- Claudia’nın 1985 yılındaki Şili depreminde tanışması ve kızın bir gün ailesiyle birlikte paldır küldür mahalleden taşınmasıyla ayrı düşmelerinden ibaret.
Salın üzerinde sabit duruyor gibi olsak da, sal ilerledikçe, manzaramız yani gerçekliğimiz değişir. (Görsel çalışma: Guy Bourdin)
Anlatıcı, ikinci bölümde romana nasıl devam edeceğini bilemediği için ya da belli bir konuda tıkandığı için diyelim, ara verip kitabı yazma sürecinde yaşadıklarını anlatmaya başlıyor. Yarattığı yazar karakteri gibi o da Pinochet diktatörlüğünde geçen çocukluğunu, gençliğini hatırlıyor. Bu bölümde kitabın merkezi, dokuz yaşındaki çocuğun hikayesinden anlatıcıya kayıyor. Okur küçük bir kırılmayla çocukluğunu anlatan yazar karakterin kafasının içinden çıkıp anlatıcının kafasına giriyor. Küçük bir kırılmayla diyorum, çünkü bu üç erkeğin sesi (yazar karakteri, onun hatırladığı çocukluğu ve onları yaratan anlatıcı) birbirine epey benziyor.
Günlük gibi kaleme alınmış ikinci bölümde, anlatıcının, anne babasıyla, bir yıl önce ayrıldığı ve barışma sürecinde olduğu karısıyla ve yaşadığı ülkeyle olan ilişkilerine dair anektodlar var.
Üçüncü bölümde ise, anlatıcının kendi hayatından arakladığı olaylar, duygusal çıkmazlar ve çatışmalarla roman kaldığı yerden devam ediyor. Dördüncü bölümde, anlatıcı, tekrar romandan gerçek hayata dönüyor.
Bu parçalı kurgu, okuru kitap boyunca iki farklı dünya arasında gezdiriyor lakin asla sağa sola savurup yolunu kaybettirmiyor. Çünkü iki dünya arasındaki benzerlik ve paralellikler -hem olaylar hem de duygular açısından-, ilk bakışta öyle görünse de aslında keskin sınırlarla belirlenmemiş. Gerçeklik ile kurmaca, kitap boyunca sık sık birbirine geçiyor, biri diğerinin içine sızıyor ve aralarındaki çizgi yer yer silikleşiyor. Ancak geçişler öyle zekice kurgulanmış ki, günün sonunda tüm anlatılanlar tek bir noktada buluşuyor.
Kendi hikayesini yazanlar
Alejandro Zambra’yı geçtiğimiz yıl yine Notos Kitap tarafından Türkçeye çevrilen Bonsai ile tanıdım. O günden beri gözüm üzerinde. Zambra genç bir yazar olarak Latin Amerika edebiyatının mirasını layıkıyla sırtlasa da, bu toprakların alameti farikası olan büyülü gerçekçilikten kendini sıyırmasını biliyor. Zambra, Latin Amerika’da –ve dünyada- son dönemde parlayan, kendi hikayesini yazmaya meyilli yeni nesil yazarların temsilcilerinden biri. Yazarın yakın zamanda çıkacağını duyduğum, Türkçeye henüz çevrilmemiş, hevesle beklediğim bir romanı daha var: The Private Lives of Trees (Ağaçların Özel Hayatları). Onu ve yazarlık serüvenini anlayabilmek için birbiriyle organik bağları olan, Zambra’nın kendisinin de söylediği üzere “birbirinden çok da farklı olmayan” bu üç romanı da okumak gerek ama yine de, onun diline tutulmak ve sadık okuru olmak için şimdilik iki roman da yetiyor.
Bonsai’de olduğu gibi Eve Dönmenin Yolları’nda da Zambra, ziyadesiyle nadide ve kırılgan duyguların çevresinden dolanıyor. Cilt cilt kitapta anlatması zor bahisleri, kısacık, her biri birbirinden vurucu paragraflara sığdırıyor. Betimlemeleri sevmiyor. Odağını asla yitirmiyor. Muhteşem karakterler yaratmanın peşine düşmüyor. Onun karakterleri sıradan olmalarıyla akılda kalıyor. Hiçbiri büyük duygularla yanıp bitmiyor. Zambra’nın dilinden mürekkep bir sakinlik hakim ortama.
Zambra’nın bence bahsedilmeyi hak eden bir başarısı daha var: Diktatörlüğün ya da askeri darbelerin toplumlara neler yaptığını tarih kitaplarından yıllarca okuduk. Lakin böylesi felaketler, insana, insanın duygu dünyasına ne yapar? Böyle bir ortamda çocuk olmak nasıldır? Bu konuda yeni yeni yazmaya başlıyor Latin yazarlar.“Ben diktatörlükte büyüdüm. İlk kelimelerimi diktatörlük zamanında söyledim. İlk kitaplarımı diktatörlükte okudum” diyor Zambra. O korkunç yılların bireye ne yaptığını, sıradan bir genç adamın duygu dünyasını nasıl harabeye çevirdiğini samimi bir dille aktarıyor.
Eve Dönmenin Yolları’na tek başına bir aşk ya da çocukluk romanı demek zor. Zambra, bu romanda da geçmişin izini sürerken aşktan evliliğe, orta sınıf ailesinden baba figürüne, bir yazarın iç dünyasına kadar pek çok durağa uğruyor. “Otobiyografik öğeler taşıyan bir roman” deyiverip kenara çekilmeyi reddettiğim Eve Dönmenin Yolları, bundan çok daha fazlası. Okumayan kalmasın.
Mühim not: Nice şahane eserin çeviri yollarında heba olduğuna şahidiz. Romanı İspanyolcadan büyük bir hassasiyetle çevirdiği aşikar Çiğdem Öztürk’e en çok da bu yüzden bin teşekkür.
Yeni yorum gönder