Sıradan Kadınlar Düşü, Samuel Beckett'ın ilk romanı. 1932 yazı içerisinde, yazar henüz 26 yaşında Paris'te yaşarken, birkaç hafta gibi kısa bir sürede yazılmış. Beckett, kitabı birçok yayıncıya göndermiş, ancak girişimleri (büyük ölçüde İrlanda Sansür Kurulu ve dönemin Katolik baskıları neticesinde) sonuçsuz kalınca, eserini rafa kaldırmış. Neticede bir bütün olarak yazarın ölümünden üç yıl sonra, 1992 yılında yayımlanan kitap, belirli bir zamana sahip olmayan Beckett kurgusunun ilk örneği. Bu yönüyle demir atamayan bir roman Sıradan Kadınlar Düşü, denizde süzülüyor, akıyor, gidiyor. Bir yerlerde durmuş gibi yapsa da sadece ilerliyor, beklemeden, çapayı salmadan, halatları bağlamadan.
Romanın kahramanı Belacqua her şeyden önce “zihnin özgürlüğünde inzivaya çekilmek” ve böylece “küçük evren”i – yani insanı – serbest bırakmakla alakadar. Bu açıdan bakıldığında Sıradan Kadınlar Düşü, Beckett'ın daha iyi bilinen romanlarındaki temalarla benzerlik gösteriyor. Ancak Belacqua'nın farkı sadece makro gerçekliklerden uzaklaşıp mikro gerçekliğe çekilmesi değil, bir süre sonra “kendi başına küçük bir alem olan insan” idealinden de uzaklaşması. Sadece diğer insanlarla temastan kaçınmıyor, aynı zamanda kendisini de görmezden gelmek istiyor. Başkaları kadar kendinden de tiksiniyor. Bu açıdan, inşa ettiği dalgakıranlar, insanların ve olayların ona akışını engellemekten çok kendisinin insanlar ve olayların içine batışını önlemek için. Belacqua'nın esas özlemi “aldırmazlık, kayıtsızlık ve meraksızlıktan oluşan bir bataklık” içerisinde kendinden ve diğerlerinin kimliğinden kurtulmak.
“Kendini tek başına bir odada bulmayı şiddetle arzu ediyordu; aynada kendini seyredip, burnunu adamakıllı karıştırabileceği ve hatta neresi olursa olsun ve ne kadar kaşınırsa kaşınsın hiç utanıp çekinmeden kendini adamakıllı kaşıyabileceği bir odada. Ve başarısız olsa da, canı isterse eğer, ne kadar uzun bir süre için olursa olsun mağarasına çekiliyor, kendini ilkelleştiriyordu; böyle zamanlarda kapıyı çarparak kilitliyor, ışığı söndürüyor ve hiç kimse için evde olmuyordu.” (s. 141)
Genç Beckett, nasıl bir roman yazmak istemediğini de açıkça dile getiriyor. Öncelikle, romanın güzel olmayacağından emin. İronik bir dille biçimsel tutkularını bir yana bıraktığını (“nerede o zamanında kendini basılı kağıdın Cézanne'ı sanan hayalperest”), hikayenin neresinde olduğunu, olduğumuzu, nereye gideceğini bilmediğini söylüyor (“biz –oybirliğiyle ben– ... en ufak bir fikre sahip değiliz. Birkaç dumanlı yön dışında hiçbir planımız yok, geç sonbahar ve kış için”). Bu kitap muhakkak döküntü olacaktır, yıkılıp dökülecektir, sicimlerle birbirine tutturulmuş külüstür bir araba gibi. Hatta anlatıcı, kitabın ortasında ufak bir zora geldiği vakit, okuru yazmayı bırakmakla tehdit ediyor (“tüm gösteriyi sona erdiriyoruz, kitabı sona erdiriyoruz, kitap korkunç bir şekilde yavaş yavaş kayboluyor”).
Düşünce aldatıcı yaşam sahte
Yazar, daimi bir bütünlük ve özbilinç yanılsamasıyla inşa edilen kurguların, insanın mutat insicamsızlık ve kafa karışıklığından ibaret gerçekliğini karanlıkta bıraktığının altını çiziyor. Bu bağlamda, “büyük yazarların”, örneğin Balzac'ın, kloroformla bayıltılmış bir dünya kurmasına, olayların baştan sona büyülenmiş bir atmosfer içinde gerçekleşmesine, böylelikle gerçek hayata ve insana dair tutarsızlık ve karmaşanın, makul olmayan bir ahenk bulutuyla sahtekarca boğulmasına itiraz ediyor. Dolayısıyla, Düş okuyucusu kitaptaki takibi pek kolay olmayan iç mantığın ve tutarlılığın bir anda yerle bir olacağını aklında tutmalı.
Benzer şekilde, anlatıcının roman kişilerini tanıtmak gibi bir kaygısı asla yok. Tüm karakterler, insanın varoluşsal tutarsızlık ve parçalanma eğilimlerini öne çıkarıyor. Ölçüp biçilmeleri, toplanmaları, tanımlanmaları mümkün olmayan –matematiğe gelmeyen– varlıklar. Sıklıkla ellerinden bir şey gelmediğini fark eden, “Ne biçim bir hayat bu!” diye yakınan; velhasıl kendilerinden daha büyük bir sistemin (bir romanın) parçası olup, onunla bütünleşmeye müsait olmayan; zira kendileri başlı başına çözülmeye meyilli tipler. İnançsızlık da diyebiliriz buna, Beckett'ın ne kişiliğin kalıcılığına (değişmez bütünlük) ne de sanatın gerçekliğine itimadı yok: düşünce aldatıcı, yaşam sahte.
***
Düş'ü okurken insan çoğu zaman “ben bunu zaten okumuştum”la “hayatımda böyle bir şey duymadım” arası tuhaf bir his yaşıyor. Okuyucu tanıdıklıkla sürpriz arasında ince bir çizgide geziniyor. Kaybettiğiniz bir şeyi bulmuşsunuz gibi. Sahi neydi o?
(Manşette kullanılan görsel çalışma Gavin W. Sewell'a aittir.)
Eleştiri bu yazının neresinde Allah aşkına? Bildiğiniz lise kitap özeti ödevi bu...
Yeni yorum gönder