Altay Öktem oldukça üretken bir yazar. Hemen hemen edebiyatın her alanında eserleri var: Roman, öykü, şiir, deneme, çocuk edebiyatı. Kendisini tüm bu türler içinde daha çok, 1990’da Yaşar Nabi Nayır, 2000’de Cemal Süreya şiir ödülüne değer görülen şairliği ile tanıyoruz. Fakat yazar, bu kez yeniden bir romanla karşımızda: Esen Kitap tarafından yayımlanan O Adam Babamdı.
Roman, sıklıkla karşılaştığımızın aksine, kurgunun içine doğrudan dahil olan bir önsöz ile açılıyor. Bu önsöz, kahramanımızın Bursa seyahatinden döndüğünün ertesi günü işyeri telefonunun, yazarın ifadesiyle, “acı acı” çalmasıyla başlıyor. Bu “acı acı” ikilemesinin ilk cümlede karşımıza çıkması önemli, çünkü içerisinde, romanın devamında nasıl bir atmosferin bizi beklediğine dair bir ipucu barındırıyor. Kahramanımız çalan telefonu açıyor ve bir ölüm haberiyle karşı karşıya kalıyor. Ölen kişi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yatmakta olan Haydar Bey. Buradaki “bey” hitabını da şimdilik özellikle aklımızda tutalım, ilerleyen bölümlerde dönmemiz gerekecek.
“İsimsiz” kahramanımız bu haberi alınca hastaneye gidiyor ve cenaze işlerini hallediyor. Haydar Bey, biri kahramanımız, iki kişi tarafından kılınan cenaze namazının ardından, defnediliyor. Bu noktada bir gizemle karşı karşıyayız: Neden iki kişi? Bu durumu çözecek ipuçlarını, elinde Haydar Bey’den arta kalanların olduğu siyah poşetle yürümekte olan kahramanımızdan yavaş yavaş almaya başlıyoruz:
“Haydar Bey’in hayatında, şimdiye dek karanlıkta kalan, hâlâ bilinmeyen birçok nokta vardı. Yalnızca benim bildiğim, muhtemelen biraz sonra sizin de öğreneceğiniz birçok karanlık nokta! Bunların bir kısmını dönemin gazete arşivlerinden, bir kısmını da kendisiyle, herkesten habersiz yaptığım, her biri saatler süren dört uzun görüşmede bana anlattıklarından öğrenmiştim. Anneme bu görüşmelerden ve araştırmalarımdan asla söz etmedim.”
Artık Haydar Bey’in, kahramanımızın ve ailesinin hayatında önemli bir yer kapladığını anlamış bulunuyoruz. Fakat, aralarında ne derece bir yakınlık bulunduğunu hâlâ öğrenebilmiş değiliz. Kahramanımız bu konuda, bizi fazla uğraştırmıyor, - zaten kitabın ismi de Haydar Bey’in kim olduğu konusunda fazla zorlanmamıza izin vermiyor,- Haydar Bey’in kimliğini açıklıyor: “Allahım, inanmak istemiyorum ama o adam, o adam benim babamdı!”
Bu noktadan sonra romanın birinci tekil anlatıcısı Haydar Bey oluyor. Daha doğrusu, amiyane tabirle oğlu sahneyi babasına bırakıyor. Geçmişe dönerek, çoğu zaman kendi ağzından, onu tanımaya başlıyoruz. Haydar Bey katip olarak çalışmaktadır. Bir gün kovulduğunu öğrenir. Üzüntülüdür, evine gider. Bir kediye sahiptir. Buraya kadar yaşananlara ve anlatılanlara bakılırsa mülayim bir insandır. Fakat, eski işyerini ziyarete gittiğinde içindeki canavarı serbest bırakır. Bu ziyaret sırasında cebinde, çocukların futbol oynarken kırdıkları ev camının ufak bir parçası da vardır. Bu cam parçacığıyla önce eski patronunun boynunu bir çırpıda keserek onu öldürür, sonra kendisi yerine işe başlayan çalışanı –Katibe Hanım’ı- rehin alır ve evine götürür. Ufak bir cam parçası aynı anda hem çocuksu bir masumiyeti, hem de aniden canavarlaşabilen bir yetişkini temsil etmektedir. Haydar Bey, bir nevi bu cam parçasının romandaki görünümüne benzer. Bazen kibar ve naiftir; bazen kötü ve katil. Aynı bedendedirler fakat, camın kötü ve katil yanı, diğer yanı sürekli görünmez kılar, sekteler. Cinayetler de devam eder; Manifaturacı Hamdi, top oynayan çocuk... Haydar Bey gayet soğukkanlıdır, ilk cinayetinin ardından bile vicdan azabı çekmez. Cinayeti konu eden diğer romanlarla kıyaslayınca, yazar, Haydar Bey’in bu yönüyle bir bakıma okura bir cinayeti çözmeye çalışan savcı değil, bir ruh halini anlamaya çalışan psikolog vasfını yüklemeye çalışıyor, diyebiliriz.
Bu arada önsöz anlatıcımız, Haydar Bey “artık” oğlu olduğunu bilmese de, babasıyla konuşmak için sık sık hastaneye gidip gelmektedir. Bu "ziyaret"ler sıklaştıkça, "Bey” ifadesinin niçin kullanıldığı sorusuna verilebilecek cevaplar da yerli yerine oturuyor. “Bey” kabullenmemeyi, yabancılaşmayı, dışlamayı, kendini ondan bir parça olarak görmemeyi imliyor. Kelimenin soğuk tınısı, baba ve oğul arasında yaşanan çatışmayı tüm katmanlarıyla birebir yansıtıyor.
Ayrıca, Türkçe edebiyatta buna benzer baba – oğul çatışmaları sıklıkla karşımıza çıkıyor. Roman Haydar Bey ve oğlunun bu çatışmasına yeni bir yerden, farklı bir bakış açısıyla mı bakıyor, hayır. Dediğimiz gibi, romanın başarısı, sahip olduğu bakış açısından değil, okuru metin karşısında alıştığımızdan farklı bir şekilde konumlandırmaya çalışmasından kaynaklanıyor.
* Görsel: Selçuk Ören
Yeni yorum gönder