Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hayvanlar insan gibi düşünürse



Toplam oy: 903
Andre Alexis // Çev. İmra Gündoğdu
Nora
Tanrısal güçlerini kullanıp Toronto sokaklarına on beş köpek salan Apollo ve Hermes, hem eğlenceli hem de sonucu merakla beklenen bir eyleme girişiyorlar.

Yunan mitolojisindeki Tanrılar, tıpkı başkalarında olduğu gibi, bir acayip. Kimsenin aklına gelmeyecek şeyleri yapıyorlar; bazen bir dağın tepesinden keyifle savaş izlemeye koyuluyor, bazen de ilginç sorular sorup eylemlere girişiyorlar. André Alexis de, onların tam da bu yönlerinden hareket edip, bir bara yerleştirdiği Hermes ile Apollo’yu insanlığın geleceği üstüne derin bir sohbete sürüklüyor.

Zamanı bol ve yetkisi sınırsız Yunan Tanrılarından Hermes ve Apollo, muhabbeti koyulaştırıp, “Ne olacak bu dünyanın hali?” sorusunun ardından, insanların herhangi bir hayvandan daha iyi olup olmadığını tartışmaya başlıyor. Gelgelelim, iki Tanrının atışması bir başka soruda kilitleniyor: Hayvanlar, insan aklına sahip olsa daha mı mutsuz bir hayat yaşardı? Klasik Yunan metinleri gibi başlayan Tanrılar Zar Attığında, bu noktadan itibaren çağdaş bir eleştiriye; kimi anlarda bir ütopyaya, kimisindeyse distopyaya doğru yol alıyor.

Apollo ve Hermes’in iddialaşması, Toronto sokaklarında yankılanırken, karşılarına çıkan veteriner kliniğindeki köpekler sayesinde bir deneye evrilir. Deneyin sonucu iki açıdan önemli: Birincisi, kaybeden diğerinin 365 gün boyunca kölesi olacak. İkincisi, tartışmanın felsefi boyutuyla ilgili; köpekler eğer mutsuz olursa insan da yenilmiş sayılacak, mutlu olursa insanın başka canlılar üstündeki “zaferi” perçinlenecek.  

Böylece Tanrısal güçlerini kullanıp Toronto sokaklarına on beş köpek salan Apollo ve Hermes, hem eğlenceli hem de sonucu merakla beklenen bir eyleme girişir. Alexis’in insan aklını, köpekleri ve insancıl kent Toronto’yu seçmesi boşuna değil elbette. Çeşitli şekillerde ve yeryüzünün hemen her noktasında bir biçimde tartışılan bu konunun gelip dayandığı nokta hep aynı: Bir varoluş problemi. Başka bir deyişle aklın, insanın yolunu aydınlatıp aydınlatmadığı ya da önünü tıkayıp tıkamadığının tartışılması ve bunun bir gayya kuyusuna dönüşmesi.


İnsan davranışının “incelikleri”

 

Toronto sokaklarında turlamaya başlayan köpeklerin, başlangıçta yeni durumlarını yadırgadığı aşikar. Üstelik sadece aklın yeterli olmadığı da ortada; onunla yan yana yürüyecek sevgi, şefkat ve sağduyu gibi özellikler, aklın asla tek başına nefes alıp veremeyeceğini de gösteriyor. Bu bakımdan köpekler, Alexis’in elinde hem bir metafora hem de hakikate dönüşüyor. Aynı şekilde Apollo ve Hermes de kendini Tanrılaştıran insana yapılan göndermeyle benzer bir rotada ilerliyor.

Bunlar dışında, kente dağılan insan aklına sahip köpekler, insanların açtığı her türlü tezgahtan geçip onlar gibi davranmanın “inceliklerini” de öğreniyor. Daha sonra insanların yaşadığına benzer ve daha önce hiç rastlamadıkları varoluşsal sıkıntıların pençesine düşüyorlar. Beri yandan kuvvetlendikçe güç zehirlenmesine uğruyorlar. Köpekler, insan aklıyla hareket ettikçe zamanında kendilerine yapılan muamelelerin özünü kavramaya başlayıp “korku” ve “saygı” gibi zemini kaygan kavramları hızla algılarken, köpeklik hakkında gitgide daha çok kafa patlatıyor.

Apollo ve Hermes’in girdiği iddianın bir kazananı, yaptıkları deneyin elbette bir sonucu var. Fakat Alexis’in, kitabıyla okura sorgulattıkları da yabana atılmamalı: En başta aklın ve sınırlarının ne olduğu. Bir diğeri, yaşamın ve ölümün hangi aşamalarda mutluluk ve mutsuzluk verdiği. Bütün bunların yanıtları, hem şiirsel hem de Eski Yunan trajedilerine benzer biçimde veriliyor romanda. Alexis, Tanrılar Zar Attığında’yla okura zihin jimnastiği yaptırıyor bir bakıma.

 

 

 

 


 

 


Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.