Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hepinizin canı cehenneme!



Toplam oy: 1199
Chuck Palahniuk
Ayrıntı Yayınları
Dünyadayken cehennemin ne demek olduğunu anlamış kuşaklar için cehennem ne kadar tehlikeli olabilir ki?

Bir ölü olmaktan daha kötü ne olabilir? Hem ölü hem de cehennemde olmak mı? Hem ölü, hem cehennemde hem de hepsinin farkında olmak mı? Eh, bu bakış açınıza göre değişir hiç kuşkusuz. Yalnız ölüyü de, ölümlüyü de, cehennemi de anlatan kişi Chuck Palahniuk olunca işte orada biraz durmak gerekiyor... Zira onu anlatırken bahsetmeden geçemediğim detaylar var.

 

Hani canınızı bir şey sıkar, kalbiniz sıkışır da nedenini bir türlü çözemezsiniz... Kendinizi yoklarsınız; o gün yaşadıklarınızı, yarın yapmayı planladıklarınızı düşünüp o garabet hissi bünyenizden çıkarmaya çalışırsınız ya. Hah işte o hissi geri tıkmaya çalışan adam Chuck Palahniuk’un ta kendisidir! (Bunu başardığından bahsetmeme gerek yok sanırım.) Tiksindirir, boğar, karabasan gibi üzerinize oturur ve size bunları yaparken o cümleleriyle yarattığı dünyada bir gösteri sunar. Satır aralarındaki mesajlarıyla ayrı bir roman bile yazılabilir. Her türlü sisteme sıkı küfür sallar, bir yandan da rahatlatır insanı. Bozuk ağzından çıkan yaratıcı küfürlerinin sadistçe bir keyif verdiğini de söylemek zorundayım. Hani, “Küfür gibi bir hayat yaşıyoruz, bunu dillendirmenin hiçbir zararı yok,” der gibi... Lanetli de tam böyle bir küfrün ürünü. Bizim için de zamanlaması manidar aslında. Hayatın kolayca cehenneme çevrilebilirliğini gördüğümüz bugünlerde, Palahniuk’un cehennemden bildiren Madison’ı biraz da olsa silkeliyor bünyeyi.

 

Ölümü kandıramazsın dostum

 

Sıklıkla kahramanlarının zihninden konuşan Palahniuk, tıpkı Pigme’nin 13 yaşındaki Eleman ben’i gibi 13 yaşında bir ergen karakterin ardından sesleniyor. Bu defa bir kız Madison. Seslendiği yer artık anlamış olduğunuz cehennem! Ölü olma hissinin ötesinde cehennemde olmak var. Ama hepsinin ötesinde yaşayanların asıl cehennemin göbeğinde olup olmadığının da sorgusu. Bir kere ölmüş olmanın rahatlığı var. Artık asla ölmeyecekmiş gibi yaşamaya çalışmak yok mesela. Sağlıklı yemekler yemek zorunda kalmak ya da fazla yenmiş bir yemeğin vicdan azabının hesabını koşu bandı üzerinde ayaklardan sormak gibi... Yahut aynaları kandırırcasına yüze boca edilen kırışık kremlerinin yumuşaklığının ardına saklanmak. Ölümü kandıramazsın dostum! Çok basit bir örnek veriyor Madison; mesela uzun süre televizyon seyredebiliyorsan, o zaman ölü olma halinin çocuk oyuncağı olduğunu görebilirsin. Zira ona göre televizyon izlemek ya da internette sörf yapmak mükemmel birer ölü olma pratiği.

 

Şöhret olma tutkusu, şöhret yolunda gözü kararanların eleştirileri yine dilinde Palahniuk’un. Tıpkı Gösteri Peygamberi ve Ölüm Pornosu’nda olduğu gibi... Madison, “Fiziki olarak orada bulunmadan çevreyi etkilemek. Gıyabında tüketim. Yirmi otuz yıl önce kaydettiğin hit bir parçanın bugün hâlâ hiç karşılaşmayacağın Çinli atölye işçisinin zihninde yer ediyor olması gibi bir şey. Bir tür güç: ama amaçsız, aciz bir güç” olarak anlatıyor bunu. Oscar ödüllü kırmızı halı düşkünü eski Woodstock gençleri anne babasını anlatırken... Zaten Oscar ve Hollywood da nasibini alıyor Palahniuk’un kaleminden. Kimsenin aslında para verip izlemediği ama yere göğe sığdırılmayan filmler. “Sinema eleştirmenleri ve muhabirleri gerçekten ama gerçekten cehennem diye bir yerin olmadığına güveniyor olsa gerek,” der Madison. Başka çocuklar pazar okuluna giderken o Fiji’ye ekoloji kampına gider. Başka çocuklar tanımadıklarından şeker almaması konusunda eğitilirken Madison’ın beslenme çantasından yatıştırıcı çıkar. (Bu arada yeri gelmişken; Madison’ın anladığı kadarıyla ölme ve cehenneme düşme sebebi aşırı dozda marihna içmektir.)

 

Kaynar Salya Nehri, Kusmuk Göleti...

 

Kırmızı ışıkta geçen Leonard, bebek bezi çalan Archer, ofsayta düşen bir futbolcu, yanlış tanrıya dua etmiş olan bir firavunla birlikte... Ve tabii cehennemde tanıdık yüzlere rastlamak da mümkün. Marilyn Monroe’dan Cengiz Han’a, James Dean’den Kurt Cobain’e... Dahası Frank Sinatra, Ava Gardner, John Lennon, Jimi Hendrix, Jim Morrison ve Janis Joplin... (Merhaba, beni de cehenneme alır mısınız o zaman, demek gelmiyorsa insanın içinden...) Eh cehenneme girme sebepleri bu kadar basitse demek...

 

İlerleyen safhalarda Madison’ın cehenneme girme sebeplerini de anlıyoruz anlamasına ama aslolan bu yolu açan nedenler. Cehennemde yalan makinesine girmek aklınıza gelir mi mesela? Eğer girerseniz Budistlerin cennete gidip gitmediği sorusunu cevaplayabilir misiniz? Ya da insanoğlunun yeryüzündeki bütün bitki ve hayvanlara hükmedip hükmetmediğini?

 

Neil Gaiman’ın Kıyamet Gösterisi’nde iblis Azil, dünyaya yapılacak en büyük kötülüklerden birinin trafik yaratmak olduğunu keşfedince işi kolaylaşır. Palahniuk’un cehennemindeyse insanlar (iblisler tarafından mütemadiyen yenilip tekrar oluşanların dışındakiler belki de) dünyaya telefon açıp tam yemek saatinde onlara anket soruları sorarlar. Gerçekten anket yapmak için değil elbette ama o mükellef akşam yemeklerinin soğumasını sağlamak için.

 

Cehennem; tüm efsanelerin, mitolojilerin iblislerinin ya da görevinden azledilmiş tanrıların bir araya toplandığı sonsuz bir pislik dünyasından oluşuyor. Kaynar Salya Nehri, Kusmuk Göleti, Büyük Kırık Cam Ovası, İsraf Spermler Okyanusu, Dumanı Üstünde Köpek Pisliği Dağları, Kokmuş Ter Bataklığı... Tüm bunlar arasında Madison’ın cehennemden nefret ettiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Zira onun dünyaya dönmek gibi bir merakı yok. Neden olsun ki; yalan bir dünyada yaşıyoruz, cehennem burada, hatta yanı başımızdayken onun ne demek olduğunu anlamış kuşaklar için cehennem ne kadar tehlikeli olabilir ki?

 

 


 

 

* Görseller: Burak Şentürk, Seda Mit

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.