Kaç yaşlarındaydım, ne zamandı hatırlamıyorum. İlkokul yıllarım olsa gerek… Televizyonda annemlerin ilgiyle izlediği dizilerden biriydi. “Bizim oralar”da geçen, dönemin ünlü oyuncularının bizim oralılar gibi konuştuğu/konuşmaya çalıştığı bir dizi filmin seyrine otururlardı vakti geldiğinde. Şiveli konuşmaların etkisi, tiyatro oyunuymuş gibi ilerleyen kurgusuyla hikaye beni de sarardı zaman zaman; kulak kabartır, bir masal dinler gibi takip ederdim. Sonraları yaşım ve aklım erdiğinde, aynı ünlü oyuncuları televizyonda gördükçe ve başka çağrışımlar nedeniyle hatırladım o diziyi; çocukluğumun TRT’sinde yayımlanan bu dizinin Kemal Bilbaşar’ın Başka Olur Ağaların Düğünü romanından uyarladığını anlamış oldum.
Bazı yazarların hikayeleri biz farkında olmadan hayatımıza giriveriyor ve bir şekilde hep hayatımızda oluyor. Çocuk aklımla görüp yarım yamalak izlediğim “bizim ora”nın hikayesi zihnimde yer etmişti, tadı da damağımda kalmıştı. Merak ediyor, gerisini istiyordum. Fakat bunca ilgime rağmen ne yazık ki benim de ihmal ettiğim yazarlardan biri oldu Kemal Bilbaşar ve ancak Can Yayınları’nın yayımladığı külliyatı vesilesiyle tekrar, daha doğrusu tam anlamıyla girdi gündemime.
Yazarın yolu ve kendi hikayesi de bizim oralardan geçmiş ama –iki ciltte toplanan– öyküler yalnızca Ege yöresinden değil. Pek çok farklı hikaye, pek çok farklı coğrafya var. Yalnızca Menderes’e uzanan Beşparmak Dağları değil Bilbaşar’ın mekanı, Siirt Kurtalan’da trenden inip yola devam ettiği de oluyor, savaşın karneli zamanlarında büyük şehre gittiği de; Bursa’nın Çelik Palas Oteli de düşüyor satırlara, Eskişehir’deki bir istasyon ya da Ankara’daki bir han da. Hepsi de aynı okuma keyfini veriyor, hepsi de aynı şekilde ustalıklı: “Yolculuğa çıkmadan bir gün önce, bir ılıcaya gitmeye karar vermiştik. Avlusunda çimenlerle ‘Çelik Palas’ yazılmış büyük otelin çelik kapılarını açacak kudretimiz olmadığı için, üç yataklı bir han odasında, yıkanmamış yünden yapılma birer yatak kiralayabilme kaderinde birleştiğimiz Jandarma Onbaşısı Kayserili Durmuş ve Sivas İl Matbaası Başmürettibi Ali Çavuş’la, Çekirge’nin üçüncü sınıf bir ılıcasında, mermerleri kefeke tutmuş bir kurna başında, kir kabartmaya razı olmuştuk.”
Toplamın ikinci cildi olan Irgatların Öfkesi’nde yer alan “Üç Buutlu Hikaye”de, başta bahsettiğim Başka Olur Ağaların Düğünü romanının bir tür özetini –hikayenin özünü– farklı anlatıcıların, üç farklı gözün bakışlarından geçirerek yine çok keyifli bir üslupla aktarıyor. Romanın çekirdeği düşüyor öykü kitabının sayfalarına. Yine bu ciltteki “Pembe Kurt” da yazarın Ağalar romanındaki parçalardan/olaylardan biri üzerine kurulu. Bu defa bambaşka karakterlerle ama yine bir Ege köyünde cereyan ediyor olaylar. Bilbaşar’ın hikayeyi, metni nasıl yoğurup şekillendirdiğini izliyoruz hayranlıkla, her defasında başka bir zevk alarak: “Beşparmak Dağı’nın zeytin yüklü tepeciklerle işlemeli yeşil eteklerinin Menderes’e yayılmaya başladığı sınır üzerinde, yakut damlı köylerin en şirini Sakallı köyüdür. (…) Hikayeme böyle şairane bir dekordan girdiğime bakmayın. Anlatacaklarımı şairane bulacağınızı hiç sanmıyorum. Ama sizi şirin, sevimli kimselerle de tanıştıracağıma eminim.”
Samimi bir hassasiyet
Kemal Bilbaşar, günümüzün politik doğruculuğuyla değil de samimi bir hassasiyet ve daha derin bir gözlemle çocukları, kadınları, hayvanları anıyor öykülerinde. Farklı bir bağ kuruyor onlarla. Daha ilk kez karşılaştığı, kokusuna vurulduğu şeftaliyi ille de yemek isteyen küçük Ali’nin bir yemiş uğruna tutturduğu inat anasının dayak yemesine neden oluyor. Ali çocuk, Ali yalnız ve naif isteklerinin peşinde: “Ali, gözlerini şeftali küfesine dikmiş, yutkunuyordu ama kimsenin ona aldırdığı yoktu. Sepetini dolduran gidiyordu, küfede şeftaliler durmadan azalıyordu. Biri orada durduğunun farkına varsa da, bir yeri şişmesin oğlanın, diye bi denecik şefteli ve ve’se n’olur? Hiç kimse oralı değildi, herkes kendi dalgasında…” Huzuru arayan, en ufak şeylerle mutlu olan, en ufak şeylerden tedirginlik duyan yoksulları anlatıyor. “Kaymaklı Tavukgöğsü”nde mesela, öyle acılar içinde değil kendi gündelikliğinde anlatılıyor parasızlık; Naci Bey’in, hasta ve iştahsız oğlunun tavukgöğsü yeme hevesi adamcağızı hem sevindiriyor hem de kaygılandırıyor: “İyi ama, acaba cebinde tavukgöğsü alacak kadar para kaldı mıydı? Elli kuruşu vardı. Eh… Bu parayla bir tavukgöğsü verirlerdi elbet. Kendisi yemese de olurdu. Parası olmadığı için yiyemediğini nereden bileceklerdi? Muhallebici olsa olsa kendini ya oruçlu sanacak, yahut şeker hastalığından mustarip bilecekti. Camekanın kenarındaki liste gözüne ilişti. Tavukgöğsünün karşısında 17.5 kuruş yazılıydı. Demek kendisi de bir tabak yese gene on beş kuruşu kalacaktı. (…) Oğlu henüz üzerinden bir kaşık… O ne? Tavukgöğsünün üzerinde bir parça kaymak vardı, oğlu onun yarısını yemişti. (…) Sırtından soğuk bir ter boşandı. Eyvah! Kaymak parasını nereden verecekti?”
“Kurban”daki Sarı Öküz’ün hikayesiyse, bu yoksul çocuklarınkinden daha beter: “Sarı Öküz’ü getirdiler, traktörün önüne yıktılar. Mazot kokusuyla burnu yanan hayvan debelendi. Ayaklarını kalın bir urganla bağladılar. Bir demir parçası uğruna canına kıyılmasına kederlenmiş gibi, gözlerinden yaş geldi. Başını öbür yana döndürdü, gözlerini yumdu, kendini bıçağa teslim etti.”
“Çancı’nın Karısı”ndaki kötülük ise, en büyük kötülüklerden. Ormancı sırf bu güzel kadına sahip olmak için sırtında kaçak odun taşırken alıkoyuyor onu, yasayı keyfine göre uygulayıp haraç mezat sattığı eşeklerle bir tutup açık artırmaya koyuyor kadını. Azgın erk sahibinin temellük hırsı büyük acılara neden oluyor, yine kadınların başı yanıyor. Dedikodusu, işvesi, neşesi bol, ağız tadı yerinde Ege köylerinden; kadına, kaçakçılara ve hayvanlara mal muamelesi yapılan, onları istediği gibi alıp satan, onlara istediği gibi kıyan, ne idüğü belirsiz yasa koyucunun her şeyi temellük ettiği Doğu köylerine geçiveriyor Bilbaşar. Okumuş insanın, beyaz adamın oradaki zulmünü, cüretini de gözler önüne seriyor. Dayak yiyen, evde kapalı kadınları, onların kadınca yöntemlerle kurtulmaya çalışmasını, azgın erk sahiplerini, göz hakkını bile alamayan çocukları, ev geçindiren kaygılı babaları, insan evladının iştahı, zevki, adağı uğruna kurban edilen hayvanları incelikle işliyor satırlarında. Her güne bir öykü usulüyle okunabilecek, bitti diye bir rafa kaldırılmayacak, tekrar tekrar karıştırılacak öyküler yazarın külliyatına girmek için iyi bir imkan.
* Görsel: Mehmet İnanır
Yeni yorum gönder