Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Her Kadın Bir Rus Şaire Aşık Olur



Toplam oy: 1501

Bu kitabı ne zaman, ne sebepten aldığımı bilmediğime göre muhtemelen bir idefix siparişi içine kendiliğinden girivermiş kitaplardan biridir herhalde. Bir yıla yakın süre arabanın bagajında birkaç “ihtiyaç halinde bulunsun” kitaplarından biri olarak dolandı durdu. Sonra on beş gün önce yazlıktan eve dönerken Salinger biyografisi okuyordum ama biyografi okumak bir süre sonra doğaldır ki sıktı. Susurluk’ta Starbucks’ta kahve almak için durduğumuzda bagajdan, yangın söndürücünün arkasındaki kitap zulasından çıkarıp okumaya başladım.



Gerçekten yol için güzel bir kitap olarak başladı. Kitabın baş kahramanı otuzbeş yaşına doğru yol almakta olan, Kate Odinikov adlı, güzel, akıllı ve başarılı olduğu söylenen ancak yalnızlığından ötürü derin mutsuzluklar içinde debelenen bir kadındır. Anlatılan yaşam tipik bir New York hayatıdır. Kate, New York’un iyice bir semtinde, bir apartman dairesinde kedisi ile birlikte yaşamakta, haftasonlarından özellikle de Cumartesi akşamı, Pazar sabahlarından nefret etmektedir. Kendisinin bunca (?) olumlu özelliklerine karşın neden hala yalnız olduğuna, uzun süreli  ve dengeli bir ilişkisi olmadığına anlam verememektedir. Sorularının ve sorunlarının çözümünü tipik bir New York’lu olarak psikoterapide arar. Talihsizlik bu ya, psikoterapisti Frank Manne’a aşık olur. Frank, İtalyan asıllı bir Amerikalı’lıdır, yakışıklıdır, her ne kadar Kate’e göre zevk kusurları varsa da gayet hoştur. Kate dolaylı veya dolaysız, bir şekilde Frank’e karşı duygularını hissettirir ancak Frank bulunduğu pozisyon gereği ketum davranarak terapi sırasında bu tür duygu aktarımlarının gayet doğal olduğunu belirtir.



Terapiler bir şekilde kısır döngüye sarmışken beklenmedik bir şey olur ve Kate, Paris’te yaşayan ağabeyinin ricasıyla Rus şair Boris Zimoy’a New York’ta geçireceği bir aylık sürede başta yardımcı sonrasında da aşık olur. Boris, katakulli bir evlilikle Rusya’dan kaçmış, Paris’e yerleşmiş göçmen bir Rus şair, edebiyatçıdır. Kate’in daha önce tanıdığı erkeklerden farklıdır, Kate kendi kökenlerinin de Rus olması sebebiyle Boris’e hızla yakınlaşır ve Boris Amerika’dan ayrılırken kalbinin bir kısmını da onunla Paris’e gönderir. Sonunda olmuştur, Kate aşıktır ama sevgilis uzaklara Paris’e gitmiştir. Bundan sonrasında New York – Paris aşk hattı başlar. Olaylar öyle gelişir ki, Frank ile onun evden neredeyse hiç çıkmadan yaşayan, kendisi de bir psikoterapist olan Jo Anne, kendilerini Paris’te, yazgıları Boris’in çevresinde sarmalanırken bulurlar.



Kitap için düşüncelerimi özetleyecek olursam; Amerikan soap operası havasında, iyi kurgu, tutmama ihtimali pek olmayan bir konu, iyi anlatım, iyi çeviri (Püren Özgören)…Kitabın ortalarından sonra anlatım durağanlaşıyor ve insan yavaş yavaş sıkılmaya başlıyor. Kate’in çözümsüzlükleri bende bu hissi yarattı. Hatta bir ara Kate beni öyle baydı ki okumayı bırakmayı bile düşündüm. Frank ve Jo Anne’in Paris’e gidişleri ile anlatımın ritmi yeniden bir dinamizme kavuştu sonunda. Tam o sayfaları okurken Paris’te, yağmur yüzünden otele tıkılmıştım. Odada oturmaya dayanamadım, bara indim, arkada koltuklardan birine gömülüp buz gibi bira, çerez ve yeşil zeytin eşliğinde okudum. Sanki daha güzel gitti. Yani sizin de aklınızda olsun, bu üçlü kitabın bu bölümüne yakışıyor.



Kitap boyunca iki şeye feci takıldım. Birincisi Kate’in ağabeyi. Bu ağabey başta anlaşıldığı üzere Paris’te yaşıyor ve Luxembourg Bahçeleri’nde frizby oynarken Boris’le tesadüfen tanışıp daha sonra da Kate ile irtibat kurmasını sağlıyor. Lakin sonrasında Kate iki kere Paris’e gidiyor, birinde dört gün birinde onbeş gün kalıyor, hele ki ikikinci gidişi Boris’in öküzlükleri nedeniyle tam bir ızdıraba dönüşüyor ama biz ağabeye dair Paris’te bir daha iz bulamıyoruz. İkincisi de psikoterapist ile psikiyatristi arasında ayırımı kim yapamamış ona takıldım. Yazar mı, yoksa çevirmen mi? Bu birbirinin içine geçmiş iki uzmanlık alanının karıştırılması, ikisi de aynı şeyi ifade ediyormuş gibi davranılması çok sık yapılan bir hatadır ama bir kere de burada defalarca tekrarlanması bir süre sonra insanın canını sıkmaya başlıyor. Benim anladığım kadarıyla Frank, psikoterapi yapan bir psikiyatristti.



Otuz yaş üstü yalnız bayanlara hala umudun var olduğunu, aynı yaş diliminde yaşamını sürdüren, ilk grubun aksine ilişkisi olduğu için mutluluğun zirvelerinde dolaşması gereken ancak sıcağın da etkisiyle zaman zaman birlikte olduğu kişiye karşı tahammülünün sınırları zorlananlara da elindekinin kıymetini fark ettirme açısından bu yaz günlerinde iyi gidecek bir kitap. Erkeklere de Boris gibi öküz, Frank gibi de sümsük olmama konusunda bir şeyler öğretebilir.



Bu arada kitabın Paris’te geçen bölümlerinin büyük bir kısmını Paris’te okumuş biri olarak kitabın gezi kitabı olarak da çok başarılı olduğunu da belirtmeliyim.

 

Selgin Biber

http://selgingb.wordpress.com/

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.