korktuğumuz ama olacağını öngördüğümüz birçok şey gerçekleşmiş; büyük bir ekolojik kriz var, başta su olmak üzere doğal kaynaklar tükenmeye yüz tutmuş, bütün gıda maddeleri hormonlu, gdo’su değiştirilmiş.
bununla birlikte baskı mekanizmaları gelişmiş; insanlar bazı eczalarla düzenli biçimde ve kendi arzuları dışında sersemletiliyor, devlet yaşayanlara organ bağışını mecburi kılıyor. aklımızın almayacağı kadar kötü bir dünya. ama bunlar olurken teknoloji insanların hayatını kolaylaştıran hiçbir değişiklik sunmamış, en ufak bir özgürlükçü ya da eşitlikçi adım atılmamış. bu yetmezmiş gibi başka isimlerle de olsa ermeniler, kürtler, türkler var. ve ilişkileri neredeyse tıpatıp bugünkü gibi.
gülayşe koçak’ın son romanı siyah koku ile ilgili okuduklarımda sık sık "distopya", arka kapak tanıtımında ise “kara ütopya” sözüne rastlamakla birlikte ben daha ziyade kapsamı geniş tutulmuş bir metaforla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.
edebiyatın, bugünü eleştirmek için yaşadığımızdan daha kötü ya da daha iyi bir başka dünya/ülke tasavvur etmesi yabancımız değil. stanislaw lem’in solaris’inden ursula le guinn’in mülksüzler’ine onlarca etkileyici eser sayılabilir bu janrda. ancak böyle bir kurguda bir tür tutarlılık ve inandırıcılık olması gerekiyor. temiz suyun çok değerli bir madde olacağı gelecek fazla uzak olmasa bile, o gün geldiğinde hala taksi ve cep telefonu kullanıp fön çektiriyor olur muyuz? zamanın bazı şeyleri bütünüyle değiştirip diğerlerine hiç dokunmaması mümkün müdür? yani tarih, birçok şey tıpatıp aynı kalırken başka şeylerin mutlak değişimini mümkün kılar mı? bence bu siyah koku’nun birinci sorunu.
ikinci değinmek istediğim nokta toplumsal eleştiriyi hedefleyen bu metnin sorgulamalarının neye uzanıp neyi ihmal ettiği. ilk bakışta bu, yazarın tercih hakkını kullanabileceği bir alan olarak görülebilir. ama bu kadar bütünlüklü bir “başka” ya da 'yeni' dünya yarattığında yazar ister istemez eleştirisini de bütün alanları tüketecek şekilde oluşturmalı. gülayşe koçak’ın epey zengin bir ajandası var. kürt-türk savaşı, ötekileştirme, ermeni meselesi, zorunlu askerlik, yaşlıların ötekileştirilmesi… ama örneğin insanların nasıl geçindiğine ilişkin verilere rastlayamıyoruz romanda. işler bu noktaya gelirken insanlar fakirleşti mi, gelir dağılımı nasıl, mülkiyet ilişkileri ne yönde etkilendi? zaten romanın kahramanları çalışsalar bile tüm zamanlarını tüketmeyen işler yapıyor, kendilerini sıkıntıya sokmayan bir gelir düzeyleri var. yani emekçi hayatının insanı bunaltan biteviyeliği ve sınırlı ücretinden muaflar. oysa bu gündelik hayatımızın önemli, belirleyici bir parçası.
derdimi anlatmak için izninizle ben de bir metafor kullanacağım: eğer çin ruleti oynuyor olsaydık ve “siyah koku nasıl bir muhalif?” diye sorsaydınız bana, “vicdani reddi savunur, ekolojiyle ilgilenir, new age dinlerle arası iyidir, hrant dink cinayeti karşısında infiale kapılır, savaş karşıtıdır ama kapitalizmle derdi yoktur” derdim. sık sık karşımıza çıkan bu siyasi kimlik politik tercihlerden biridir ve ama bir metafor üzerinden türkiye’yi eleştirmeyi hedefleyen bu romanın sistemle değil de sonuçlarından bazılarıyla meşgul olması edebi bir sorun yaratıyor. tekrar soracağım, içinde yaşadığımız sistemin gelecekte alacağı hal bugünle aynı görüngüleri sunabilir mi bize?
diğer yandan madde ile ruh arasındaki bağın aynı durumun farklı sonuçları değil de birbirinin sonucu olarak tanımlanması, örneğin “kötü”, “plastikleşmiş” yiyeceklerle beslenenlerin duygularının “plastikleşmesi” de bir benzetme olarak hem sorunlu hem de pek çocuksu değil mi? hele bunun bir devamı olarak organlar için “kof” tanımının kullanılması…
ancak şunu hatırlatmak isterim, bu tema yazarın temel izleğinin arka planını oluşturuyor. romanın merkezinde tam olarak nasıl adlandıracağımı bilemediğim bir ilişki var. evet, kitabın arka kapağındaki tanıtımda bu “tuhaf ve karmaşık” çekincesiyle bile olsa “bir aşk ilişkisi” olarak tanımlanıyor. kahramanların dilinden bu duyguların aşk olarak tanımladığını da okudum. aşkı yüceltmek, mistifiye etmek de aklımın ucundan bile geçmez. ama taraflardan birini köleleştiren, körleştiren, kaybetme duygusundan önünü ve bu arada sevdiği insanı göremez hale getiren, diğerinin onun bağımlılığına yaslanarak her türlü bencilliği yapma hakkını kendine tanıdığı, her konuda diyecek sözü olduğuna, her şeyi bildiğine inanacak özgüveni temin ettiği ilişkiye aşk dendiğini de biliyorum. ama yine de bu ilişki için aşk tanımını kullanmakta güçlük çekiyorum.
son on-on beş yıldır, türkiye’de gitgide daha fazla kadın evlenmeden önce bekaretini kaybedecek şekilde cinsel ilişkiye girmekten imtina etmez hale geldi. ancak bu sanıldığı kadar fazla şeyi değiştirmedi çünkü birlikte oldukları erkeklerde bir değişim yoktu. daha önce “cinsel ihtiyaçları”nı (erkeklerde olduğu, kadınlarda olmadığı varsayılan bir ihtiyaçlar silsilesi) “hayat kadınları” ile gidermek zorunda kaldıkları için ah sormayın ne sıkıntılara, ne yabancılaşmalara katlanan (türkçe edebiyatta layıkıyla ele alınmış bir konudur bu) orta sınıf şehirli erkekler artık bu hizmet karşılığında para ödemeye gerek duymamanın huzurunu yaşıyor ve ama bu cinsel ilişkiyi kendilerine sunulan bir hizmet olarak algılamalarını engellemiyordu. böylece evlenilecek kız/eğlenilecek kız ayrımı daha da kurumsallaştı. bu, evlenmeye de, eğlenmeye de meraklı olan herkesin hayatını etkiledi. işin kötüsü bağlanma korkusu/bağlama güdüsü ve kadınlar için hazırlanan dergilerin, kişisel gelişim kitaplarının anlatmaya doyamadığı her türlü huy, bir toplumsal durumun sonucu değil, dişi ve eril psikolojinin değişmez bir parçası olarak görülmeye başlandı.
siyah koku ise aynı durumu çeşitli travmaların “iyileşebilir” bir sonucu olarak açıklıyor; her şey bir yana, yanlarında gezdirdikleri hıyarlardan cacık renkli bir gelinlik çıkacağına inanan genç kadınlara bu şekilde ümit vermek kelimenin her anlamıyla günah.
bunları bir yana bırakırsak gülayşe koçak insan davranışını tahlil etmekte ve aktarmakta mahir bir yazar. ve bu romanı türkçede eleştirel ve karamsar futuristik edebiyat alanında akla gelen ilk birkaç romandan biri olacak. (bir başka önemli örnek; barbaros devecioğlu’nun otoyol kenarında yanan ateşler’i) sırf bu sebeple bile okunmaya değer bence.
Yeni yorum gönder