Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hiç eskimeyen hikayeleriyle Çehov



Toplam oy: 995

Edebiyatın tarihi, insanın yazıyı keşfetmesinden çok daha eskilere uzanır. Düşlerini, duygularını, düşüncelerini yazıya dökemedikleri zamanlarda atalarımız sözle ifade etmişlerdi kendilerini. Sözlü edebiyatın kulaktan kulağa fısıldanarak yayılan efsaneleri yazının icadından sonra destanlar, masallar ve folklorik hikayelerle sürmüş, onların mirası modern hikaye sanatına kalmıştı. Anton Çehov- kırkdört yıllık kısa ömrüne rağmen modern hikayeciliğin en büyük ustalarından birisidir.

 

 

Anton Pavlovich Çehov, 1860 yılının Ocak ayında Rusya'nın bir taşra kenti olan Taganrog'da doğmuştu. Dedesi, bağımsızlığını 1841 yılında satın almış olan bir “serf”ti. Babası Pavel Çehov ise bakkallıkla sağlıyordu ailesinin geçimini. Anton, altı kardeşin üçüncüsüydü. Ekonomik sıkıntı içindeki aile 1876 yılında Moskova’ya taşınmak kararı aldığında, henüz 16 yaşındaki Anton’u eğitimini tamamlamak üzere Taganrog'ta bıraktı. Hem çalıştı hem okudu Anton. Lise yılları bu nedenle uzadı. Yine de, 1879 yılında liseyi bitirerek ailesinin yanına Moskova'ya gittiğinde Moskova Tıp Fakültesi'ne kabul edilmeyi başardı. 1884’te tamamladı tıp eğitimini. Üniversiteyi bitirdiği yıl doktorluğa başladıysa da lise 

 

 

Çehov ve üniversite yılları boyunca yazdığı hikayeleriyle kabul gördüğü edebiyat dünyasını tercih etti. Aynı yıllarda onu ölüme götürecek tüberküloza da yakalanmıştı. 

 

 

1892 yılında Melihova köyündeki çiftliğine yerleşen ve art arda yayımlanan hikâye kitapları, oyunları ve makaleleriyle Rusya’nın en tanınan ve sevilen yazarları arasına giren Anton Çehov, sade yaşantısını sosyal faaliyetlerle renklendiriyordu. Doktorların hastalığının tedavisi için iklim değişikliği önerisi üzerine, Karadeniz kıyısındaki Yalta’ya yerleşen ve Moskova Devlet Tiyatrosu oyuncularından Olga Knipper'le evlenen Çehov, Yalta’da o dönemin -aralarında Tolstoy ve Gorki’nin de bulunduğu- pek çok önemli yazar ve sanatçısıyla arkadaşlık ederek geçirdi günlerini. Ancak bütün tedavilere rağmen sağlığı giderek bozuldu, yine doktorlarının tavsiyesiyle Almanya’nın Kara Ormanlar bölgesindeki Bodenwagler’e taşındı. Artık anlamıştı öleceğini. 1 Temmuz gecesi son şampanyasını içtikten sonra yattığı uykusundan bir daha hiç uyanmadı. 

 

 

Oyun ve hikaye yazarı olarak Çehov

 

 

Lise ve üniversite yıllarındaki hikaye ve makalelerini daha çok geçimini sağlamak için yazmıştı. Rusya’nın bozuk ekonomik koşullarında edebi alandaki sömürünün acımasızlığı bir yana sansür de yazmayı güçleştiriyordu.  Bu nedenle farklı isimlerle yayımladı ürünlerini. 26 yaşına geldiğinde dört yüzden fazla hikayesi yayımlanmıştı ki, bu hikayelerin büyük bir kısmı başka bir dile hiç çevrilmemiştir. 

 

 

İlk kitabı “Melpomene Hikayeleri”ni kendi parası ile 1884’te yayımladı. Ardından “Alacalı Hikayeler”(1886),  “Masum Sözler”(1887) ve ona hem Puşkin Ödülü hem de ülke çapında ün kazandıran “Alaca Karanlıkta” geldi. 1990’lı yıllarda bütün Rusya Çehov’u selamlayacak, ismi Avrupa’da da duyulacaktı. 

 

 

1887-1890 yılları arasında kaleme aldığı “İvanov” ve “Orman Cini” ile başlayan oyunları da gerek taşrada gerekse Moskova’da hikayeleri kadar sevilmiş, özellikle tek perdelik vodvilleri taşra tiyatrosunda heyecan yaratmıştır. Rusya’da olduğu kadar Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve ülkemizde de sıklıkla sahnelenen “Martı”, “Ayı”, “Vanya Dayı”, “Üç Kız Kardeş” ve “Vişne Bahçesi” gibi oyunlarıyla tanıdığımız Çehov tiyatrosu, devrim arifesindeki Rus toplumunun bütün karakteristiklerini sergiler. Oyunlarınlarında çok yakından tanıdığı ve nefret ettiği taşra hayatının iç karartıcı, durağan hayatını, o hayata sarılmış taşra insanlarının düştükleri kısır döngüleri,  yok olup giden aydınların hüznünü işlemiş, yıkılıp gitmesini istediği eski düzeni içi boş, uyumsuz, kibirli yaşlı aristokrat tiplerle simgeleyen Çehov geleceğe duyduğu umudu ise coşkulu, yurtsever, dürüst gençlerle ifade etmiştir.

 

 

Gerçekçi bir tutum

 

 

Anton Pavlovich Çehov, Dostoyevski, Turgenyev, Tolstoy gibi Rus edebiyatının en büyük romancılarıyla aynı dönemde yaşamıştı. Fransa’dan Emile Zola ve Guy de Maupassant, İngiltere’den Bernard Shaw ve Oscar Wilde, ABD’den Henry James ve Mark Twain gibi yazarların çağdaşıydı. Edebiyatın, özellikle de hikaye ve romanın toplum üzerinde çok etkili olduğu bu yıllarda Avrupa’da ve özellikle Rusya’da büyük bir değişim yaşanıyor, eski yaşam biçimleri hızla tasfiye edilirken yoksullukla birlikte yoksulların muhalefeti de büyük bir hızla tırmanıyordu. Çehov, işte bu zor zamanlarda yetişmiş, tercihini halktan ve değişimden yana kullanmış ve bu nedenle edebiyatta gerçekçi bir tutumu benimsemişti. 

 

 

Gerçekçi edebiyat, adı üstünde, romana ve hikâyeye yaşamın gerçeklerini taşımayı amaçlıyordu. Toplumun ya da insanın gerçeğini kolay ve etkili bir biçimde aktarmak için hemen bütün yazarların birleştikleri ortak nokta yalınlık, açıklık, yazınsallığı elden bırakmayan ve dolambaçlı yollara sapmayan duru bir anlatımdı. “Edebiyat paralamadan” edebiyat yapıyordu onlar. Çehov da anlatımındaki yalınlık, ezilen insanlara duyduğu sevgi ve olaylara değil ama hayatın belli anlarına odaklanan hikayeleriyle bu akıma damgasını vuran yazarlardan birisiydi.

 

 

Ölümünün üzerinden yüz yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen Çehov hikayelerinin verdiği tad bozulmadı, lezzetini korudu, konuları güncelliğini hiç yitirmedi. Çünkü yaşadığı toprakların yerelliğinden hareketle insanın evrensel sorunlarına açılmasını bilmişti o; üstelik hiçbir abartıya, süslemeye, okuyucunun ilgisini çekmeye yönelik kelime cambazlığına kaçmadan...

 

 

İyi bir hikaye nasıl anlatılır?

 

 

 “Anton Çehov'la karşılaşan herkes, içinde ister istemez daha yalın, daha doğru, daha kendisi olma isteği duyardı” demişti Maksim Gorki; “Çehov, hayatı boyunca hep kendi ruhsal bütünlüğü içinde yaşadı; her zaman kendisi olmayı, iç özgürlünü korumayı başardı. Başkalarının özellikle de daha kaba insanların Anton Çehov’dan beklediklerine hiç aldırmadı... Bu güzel yalınlığın içinde, kendisi de yalın, gerçek ve içten olan her şeyi sevdi ve kendine özgü bir güçle başkalarına da yalın olmayı öğretti.” Bu yalınlığı edebiyata da taşımıştı o; “kahramanlarını, yaşamı, yaşanılanları olduğu gibi göstermek gerektiğini düşünüyordu. Yaşam nasılsa her şey öyle olmalıydı. Tüm duygular yan yana ve doğal olmalıydı”.

 

 

Rusya’daki toplumsal durumun bozukluğunun yanı sıra genç yaşta yakalandığı ölümcül hastalığın da etkisiyle, Çehov’un bütün öykülerinde üstü kapalı da olsa kötümser bir bakışın izleri görülür. Ancak bu hikayelerdeki hüzün ilk bakışta belli etmez kendisini. Tersine, pek çok hikayesi neşeli bir girişle başlar; sevimli insan tipleri ya da hayvanlarla, mizahi öğelerle zenginleştirilmişlerdir. Ama bütün bu cümbüşün arkasında insan ilişkilerine ve kurulu düzene karşı büyük bir güvensizlik, geleceğe ilişkin karamsar bir bakış vardır. Anlatı üslubunun mizahla yoğrulmuşluğu Çehov’un yergisini keskinleştirirken hikâyelerinin arkasındaki umutsuzluğu daha da arttırır. Bunda Çehov’un aynı zamanda iyi bir oyun yazarı olmasının payını da unutmamalıyız. Hikâyelerindeki her bir sahneyi, hatta en trajik ya da en duygusal anları bile birer durum komedisine çevirmesini bilir Çehov; insan davranışlarının ardındaki acımasızlığı ve iki yüzlülüğü açığa çıkarır. Öyle ki, sonunda hikâye kahramanlarının tercihleri ve akibetleri ne olursa olsun, o insanların kimi zaman ahmaklığını, çoğu zaman da çaresizliğini gözler önüne serer.

 

 

Gerçekçi yazarlar hayatın gerçeklerini ele alıyorlarsa bize bildiğimiz şeyleri mi anlatıyorlar diye sorabilirsiniz. Evet, anlattıkları belki de çok bildik, tanıdık gelecektir okuyucuya, ne var ki, iyi bir yazar yaşarken dikkatimizden kaçan ya da farkına varamadığımız küçük ama önemli ayrıntıları yakalayabildiği ölçüde iyi bir yazardır. Ancak böyle bir yazar bireyi toplumla ilişkisi içerisinde ele alırken sıradan, herkesin yaşadığı veya yaşayabileceği olayların ardındaki gerçekliği, bilinçaltında gizlenen duygu ve düşünceleri açığa çıkarabilir; ideal ve mükemmel insan tipleri yaratmaz, düşsel mutlukları gerçekmiş gibi sunmaz. Çünkü gerçek yaşamda iyiyle kötü, erdemle bayağılılık iç içedir. Elbette bunlar eşit ağırlıklı değildirler, kimi kez biri, kimi kez öteki çıkar öne.

 

 

 

Yıkılmaya yüz tutmuş bir toplum tablosu

 

 

 

İşte bütün bunlardan yola çıkan Çehov, insanları zamandan ve mekândan yalıtmadan, iyi ve kötü diye ayırmadan, içinde yaşadığı toplumun insanlarını yoksullukları, umutları ve sevinçleriyle anlatır bize. Allayıp pullamadan, idealleştirmeden, yani nasılsalar öyle anlatır. Ama severek yaklaşır insanlara; yoğun bir insan sevgisi, toplumsal yaşama yönelik eleştiri ile yan yana gider. Kimler yoktur ki onun dünyasında; işçiler, köylüler, askerler, rüşvetle semirmiş bürokratlar, sanat ve edebiyat düşkünü gençler, hizmetçileriyle hanımefendiler, kürklerine bürünmüş zengin tüccarlar, kasaba esnafı, hali vakti yerinde ama gözlerini hırs bürümüş çiftçiler, yoksul yanaşmalar, zanaat sahipleri, noterler, avukatlar, doktorlar, kısacası 19.yüzyılın sonlarında son günlerini yaşayan Çarlık Rusyası’nda yaşayan hemen herkes, yıkılmaya yüz tutmuş bir toplum tablosunu tamamlarlar. Çehov’un bu tablosunu bütün renkleriyle tamamlayabilmiş olması anlatım ustalığından, dili bütün zenginliğiyle kullanabilmiş olmasındandır.

 

 

Hikayelerine hayatın rasgele seçilmiş bir anından söz ederek başlar Çehov. Hikâye boyunca bilgiçlik taslamaz, araya girip çok bilmiş açıklamalarda bulunmaz. Hikâye kişileri hayatın güçlükleri ile doğrudan yüz yüze de gelmez, hatta bazen açlıkları dışında ne halde olduklarını bile fark etmezler. Ancak hikâyesini öylesine ustalıkla kurgular ki, onları kısacık bir zaman diliminde izlerken bile işlerinin hiç de kolay olmadığını anlayabiliriz. En basit ayrıntılar, sıradan gibi görünenin ardındaki birikim, seçilen sözcükler ve kurulan cümlelerle farklılaşır. İncir çekirdeğini doldurmayacak gibi görünen bir hikayede bile ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkilerin açıkça dile getirilmeksizin varlıklarını hep hissettirmesinin altında yatan “sırlar”, Anton Pavlovich Çehov’un ustalığında gizlidir…

 

 

Ve Tolstoy’un sözleri ile bitireyim; “Çehov bir sanatçı olarak önceki Rus yazarlarıyla, Turgenyev, Dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. Çehov'un kendi biçimi var empresyonistler gibi. Bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. Bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. Ama bir de geri çekilip baktın mı şaşırırsınız. Karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır."”

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.