Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hikaye değil dedikodu!



Toplam oy: 1290
Horacio Castellanos Moya
Sel Yayıncılık

Okur olarak bir kitapla nasıl bağ kurduğumuz önemli. Hikayenin –ne kadar gerçekdışı olursa olsun- gündelik hayatımızla ne kadar benzeştiğinin muhakkak büyük bir etkisi var bunda. Kendimizi karakterin yerine ne kadar koyabiliyorsak, hikaye bizim için o kadar daha akıcı, anlaşılır, hüzünlü, komik, dehşet verici veya gerçek oluyor. Hayatımızı etkileyen romanların en büyük özelliği de bu değil mi? Anlamak. Hikayeyi, karakteri, karakterlerin neler hissettiğini anlamak. Onlar bizden ne kadar uzak bir dünyada yaşarsa yaşasın o dünyaya yabancılık çekmiyoruz romanın içine girebildiğimizde.

 

Bu defa sözkonusu hikayenin baş karakteri Salvadorlu genç bir kadın. Daha ilk cümlelerden “canım” diye hitap ediyor size. Önce garipsiyorsunuz ama çok geçmeden alışıveriyorsunuz. Biraz çatlak, deli dolu, gerçek hayatla bağları pamuk ipliğinden olan bu genç kadın, yani Laura, sizin en yakın arkadaşınız. Onun en büyük sırdaşı sizsiniz. Bu geveze kadın hayatındaki her şeyi anlatıyor size.

 

Aslında bu kadar doğrudan da girmiyor konuya. Yavaş yavaş açılıyor. Onunla olan dostluğunuz en yakın arkadaşının ölümüyle başlıyor. Laura’nın en yakın dostu Olga Maria evinin salonunda, üstelik çocuklarının gözü önünde öldürülüyor. Laura’nın o andan itibaren tek dostu var: Okur. Artık kayışları birlikte koparacaksınız.

 

Sel Yayıncılık’tan çıkan “Aynadaki Dişi Şeytan”dan bahsediyoruz. Yazar okuru pek alışık olmadığı bir anlatıcıyla başbaşa bırakıp sıvışmış sanki. Her şey öylesine akıyor. Okumaya başlayınca garipsediğiniz bu tuhaf üsluba alışınca gerçekten endişeli, geveze, biraz paranoyak, biraz gizemli, biraz kaçık bir dostunuzun size soluksuz bir hikaye anlatışı gibi geliyor. Hikaye bildiğimiz roman kurgusunun sınırlarına pek takılmıyor bu yüzden. Aklına ne gelirse anlatıyor. Damdan saptan konuşuyor resmen. Bazen deli ediyor bizi, bazen gülüp geçmek zorunda bırakıyor. Sonra bir bakmışsınız zaman zaman “vah vah”lanmaya başlamışsınız. Bir bakmışsınız, sadece Laura konuşmuyor sizinle, siz de onunla sohbet ediyorsunuz bile!

 

Fakat Laura’da bir terslik var, bu kesin. Olga Maria’nın ölümü onu çok sarsmış ve sevgili arkadaşının tek bir düşmanının bile olmadığını, olamayacağını düşünüyor ve başlıyor cinayetin sebebini çözmeye çalışmaya. Zamanla, -tıpkı zamanla tanıdığınız bir dost gibi- ortaya başka başka sırlar çıkıyor. Aslında ne Olga Maria sütten çıkmış ak kaşık ne de hikayede geçen başka herhangi biri, Laura dahil. İç savaş sonrası dönen politik dolaplardan, gayrımeşru ilişkilere kadar pek çok şey öğreniyorsunuz Laura’yla yaptığınız dedikodularda. Fakat tek sorun bu sırlar değil elbette. Varlık içindeki insanların zengin hayatlarının orta yerinde bir sakatlık var. Laura’yı esir almış bir hastalık. Tüm bu deliliğinin, gevezeliğinin, daldan dala atlamasının sebebi o hastalık sanki. O cinayeti çözmeye çalışıyor, siz o hastalığın tam olarak ne olduğunu, neden kaynaklandığını anlamaya çalışıyorsunuz. Hikaye ilerledikçe yapboz parçaları yerine oturuyor, ikiniz için de... Laura içinde bulunduğu hayatı daha samimi bir gözle görmeye başladıkça dengesi daha da bozuluyor. Çünkü o hayatın içinde gördüğü kendisinin de aslında kendisi olmadığının farkında (ya da hiç farkında değil de, siz farkındasınız). Laura konuştukça saçmalıyor, saçmaladıkça hikaye ilerliyor, hikaye ilerledikçe siz daha çok müdahale etmek istiyorsunuz. Ama edemezsiniz, çünkü belki de siz de gerçek değilsiniz.

 

Aynadaki Dişi Şeytan şimdiye kadar okuduğunuz romanlardan çok daha hızlı okunabilir bir roman, ama öylesine “basit” değil. Yahut belki de basit, ama basitliği onu sıradan bir üst-sınıf hikayesi yapmıyor. Bir solukta okunuyor çünkü anlatıcı bir solukta anlatıyor. Paragraf bile yok! Ortada bir yazar yok sanki, o kadar da sahici. Salt o alışılmış roman kalıplarına bir es vermek için bile okumaya değer.

 

Gül Korkmaz

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.