Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hikaye fısılda, fil uçur!



Toplam oy: 2031
Aras Ören
Everest Yayınları
Tuhaf Hikâyeler kitabı yayımlanır. Ama yazarı sizin tahmin ettiğiniz kişi değil. Tuhaf, çok tuhaf.

Eminönü’nden 22 no’lu tramvaya binip Necatibey Caddesi’ni takip ederek, son durak Bebek yerine, bir kuru rastlantıyla kendimi Kurfürstendamm’da buldum diyor. Orada yeniden doğdum, uzun yıllar yaşadım, hiç büyümeden yaşlandım. Bir anda, nasıl olduğunu anlamadan, mekanın ve zamanın çehresi değişti. Hayatını böyle hikayeleştiren Aras Ören’nin yapıtlarını, Alman edebiyat eleştirisi, göçmen işçi edebiyatı (Gastarbeiterliteratur) olarak sınıflandırıyor. Tunç Okan’ın Otobüs filminde rol almış Almancı yazar desem hatırlar mısınız Aras Ören’i? Almancı diyerek, onların Almanya’da göçmen diye ötekileştirmesini ben de buradan tekrarlamış olmaz mıyım?

 

 

 

 

    (Görsel çalışma: Maison Apres Minuit)

 

 

 

 

 

Göçmenlik ve çokkültürlülük

 

 

Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli yazarlar bir edebiyat geleneği kurdular. Bu, azınlığın sesi olmayı kabul etmekle, böyle bir role sıkıştırılma arası bir durum. Edebiyatı, yazarın biyografik, sınıfsal, etnik gerçeklerine indirgemek ve çokkültürlülüğün işe yaramadığını iddia etmek -ben demiyorum Angela Merkel diyor- Alman edebiyatını sadece azaltır. 1939 İstanbul doğumlu Aras Ören, Türk-Alman edebiyatının en önemli temsilcisi ve tanığı. 1969’dan beri Berlin’de yaşayan yazar, ilk göçmen nesilden bugüne değişen kimlik arayışları, yabancılaşma ve aidiyet bunalımları sonunda benliğin parçalanmasını postmodern bir yaklaşımla anlatır. Değiştiremediği ve ardında bırakıp gidemediği bu yabancılık haliyle hesaplaşır, kendi kendini sorgular. Etnik farklılıklar yerine işçi sınıfının birleşmesinde bulur çokkültürlülüğü. Göçmen edebiyatının karşısına aidiyet, yeni bir yurt edinme ve yerleşiklik kavramınını çıkarır. Yapıtlarıyla, kalıpları kırmış, Alman edebiyatının çeşitli ödüllerini kazanmış Aras Ören.

 

 

 

Tuhaf Hikâyeler, Ören’in en iyi bildiği kimlik arayışını edebiyat üzerinden anlatıyor. Kitabın odağında yeni hikayeler yazmaya oturmuş bir yazarın, kendi hayatını sürdürmekle, kurguladığı hikayelerin anlatıcısı ve kahramanı olmak arasındaki varoluş çekişmesi var. Bu nedenle post modern, üst kurmacalı bir roman bütünlüğüne sahip denebilir. Eski romanlarından çıkma kahramanlar, edebiyat akademisyenleri, yayınevi editörü, bilinçdışının sesi olan karısı hem ilham kaynağı oluyorlar yazara, hem meydan okuyorlar. Yanılsamalar ve Sonrası, A’nın Gizli Yaşamı, Gündoğduların Yükselişi ve Hollywood Özlemi gibi romanlarına göndermelerle dolu Tuhaf Hikâyeler, Aras Ören edebiyatını hatırlamak ve daha çok merak etmek için bir fırsat.

 

 

 

 

Yazarın kafasının içine davetlisiniz

 

 

Çok kalabalık bir kafa içi burası. Gerçek yaşama, anılarla, anekdotlarla, dostlarla bağlı bir hafıza var bir defa. Hiç susmayan bir ben-anlatıcı var. Kendini ve zamanı anlatan, gerçekleri kendine göre yorumlayan bir hayalbaz. Belki en özgürleri, kendini roman kahramanı ilan eden yazar. Hepsi aynı kişi, hepsi farklı kişi. Ancak bu kafasının içine girdiğimiz yazar, biyografik anekdotlar anlatsa da, çok fazla bireyleşmiyor, yazarlara dair bilinen genel detaylardan bir görünmezlik pelerini örüyor kendine. Yazarın kendi içine dönük, bencil bir hikâye avcısı olması neredeyse vampirsel. Kendi varlığını sürdürecek hikâyeler arıyor, vampirin kana ihtiyaç duyması gibi. Onu sokaklarda dolaşırken hayal ediyorum. Garson kızın ya da tezgâhtar kızın hikâyelerini bir nefeste içine çekecek kadar onlara yaklaşırken.

 

 

 

Birinin kulağına yeni bir hikâye fısıldamasını bekliyor. Günlerdir kafasının içindeki sözcükleri hizaya getirip o sihirli ilk cümleyi kuramadı. Eski hikâyelerinin kahramanları kağıttan kesilmiş figürler gibi defterlerin arasından dökülüyor. Hayır hayır eski günceleri, anıları yazıya geçirip meraklılara biyografisinin kapısını açmayacak. Kafasındaki donuk sahneleri sözcüklere döktükçe kesintisiz akıyor kurgu. El yazısı okunaksızlaşıyor şimdi de. Yazdıklarında bir can sıkıcılık var gibi. Sözcükler coşup çoğalmıyor. Eli sabırsız ama içi isteksiz. Bir gazete haberi, yazmaya çalıştığı hikayenin içine girmeye çalışıyor. İzin verse mi? Hayat nedir ki: Bir takım hikâyelerin içine girmek, sonra o hikaye bitince ya da can sıkıcı olmaya başlayınca ya da seni mutlu etmiyorsa onun içinden çıkıp başka hikayenin içine girmek.

 

 

Karakterler de yaşamak için sürekli yeni bir hikayenin içinde olmak ister. Ya karakterin biri çıkıp, “gerçek Türk” Kadir mesela, “Gerçekten nasıl bilebilirsin hissetiklerimi ve ne yapacağımı?” diye yazarına isyan ederse? Yazar, duvarında Thomas Mann’ın fotoğrafı asılı Buddenbrook salonunda yemek yerken, “Beni neden böyle yerlere layık görmedin hiç?” diye hesap sorarsa? Aslında kendini de layık görmüyor, onun da burada bir geçmişi yok. “Goethe’yle ruh ikiziydin, Faust’unu yazabildin mi? Hayalgücüne hapsettin beni.” Kadir hâlâ konuşuyor.

 

 

 

Yazarlık, içinde nice kerametler saklı sihirli bir uğraş. Ben kuş kafesinden fili çıkarıyorum, o fili kuş gibi havada uçurmak okura düşer. Önceleri bu fil uçurma herkese nasip olan bir şey değildi, uçuramayanlar başkalarının fillerini hayran hayran seyrederdi ama şimdi tv, internet herkes kendine bir fil muhabbeti tutturmuş, fil lotosu falan oynanıyor. Peki fillerin ardından fantazilerinize, özgürlüğünüze uçmaya cesaretiniz var mı ey okur?

 

 

 

Yazar uçadursun, edebiyat eleştirisinin adını da Luise koyalım. Gelsin, barda kendi kendine birasını yudumlayan yeni bir hikâye avına çıkmış yazarı rahatsız etsin. Yazarı, kendini tanıdığından daha fazla tanır, zira bütün kitapları didik didik etti. Metinlerarası benzerlikleri, kahramanların bir kitaptan bir kitaba atlamasını, bazı kurguların yazarın hayatının izdüşümü olmasını tespit etti. Ama asıl ilgilendiği, şu satırlarda yazarın ne demek istediği değil. Zaten böyle sorular sormamalı yazara. Merak, bir kahraman olarak yazar ve kurgudan başka bir şey olmayan yaşamına dair. Yazar, bu meraka cevap vermez. Luise hemen bir hikaye yazar, yazarı da bardaki bir adam karakterine indirger. Yazarmış. Görsün gününü.

 

 

 

Sonunda yazdıklarını bir yabancıya yani editöre teslim etme vakti. Yazar, hayallerindeki, hep olmak istediği, öteki yazar olmayı başardığını hissetmekte. Tuhaf Hikâyeler kitabı yayımlanır. Ama yazarı sizin tahmin ettiğiniz kişi değil. Tuhaf, çok tuhaf.

 

 

 

 

 

 

 

 

(Manşette kullanılan görsel çalışma Andy Kehoe'ye aittir.)

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.