Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hitlerkent'te çürümüş bir şeyler var



Toplam oy: 898
Katharine Burdekin
Encore
Sürekli referans göstererek sayfalarını eskittiğimiz 1984'e öncülük eden Swastika Geceleri'nin Türkçeye çevilmesi, hele bugünlerde, güzel haber.

Bir çiftlik ziyaretinde Stalin'e sormuşlar, nasıl oluyor da sana itaat etmeye devam ediyorlar diye. Stalin, bol yumurtlamasıyla övündüğü tavuklarından birini yakalamış, tüylerini yolmaya başlamış. Cascavlak kalan tavuk, can havliyle bağırarak, olmayan kanatlarının gücüyle bir o tarafa bir bu tarafa koşmuş. Bir süre sonra, Stalin'in elleriyle uzattığı darıyı görünce geri dönmüş. Hatta hikayenin bir versiyonunda, üşüyen tavuğun, Stalin'in ceketinin altına sığındığı anlatılır.

 

Auschwitz'deki sergi odalarından birinde bütün bir duvar boyunca uzanan kocaman cam bir vitrin, kamptaki mahkumların kesilmiş saçları ile doludur; hayatınızda görebileceğiniz en büyük bedensiz, sahipsiz, kimliksiz saç yığını... Müzenin saçlar bozulmasın diye kullandığı koruyucu kimyasal maddenin keskin kokusu odayı doldurur. Diğer bir vitrinde, müthiş Nazi icadı olan, insan saçından dokunmuş bir top kumaş ve o kumaştan yapılmış asker üniforması sergilenir. Rusya soğuklarına karşı askerleri çok iyi korurmuş iddiaya göre.

 

George Orwell, Kavgam'ın İngilizce baskısını eleştirdiği 1940 tarihli yazısında, üçüncü Reich dönemi yüz yıl sürse, bu korkunç ve beyinsiz imparatorlukta genç erkeklerin savaşa hazırlanmasından ve sürekli savaşta feda edilecek er doğurtulmasından başka bir şey yapılmaz diye bir öngörüde bulunur.

 

Katharine Burdekin, 1937'de, takma isim altında Swastika Geceleri'ni yazdığında, ortada ne İkinci Dünya Savaşı vardı ne de savaşı mayalandıran dönemin doğurduğu faşizmlerin gölgelerinin ne kadar uzun olacağını kestirmek mümkündü. Tarih sahnesindeki aktörlerin, edebiyatta hangi kurbanlar ve canavarlar olarak yer alacağı bilinmiyordu. Toplumları değiştiren olayların sıcağı sıcağına edebi kurmacaya dönüşmesi, "henüz çok erken" tavrıyla inandırıcılıktan uzaklaştırılır. Bazen de fırsatçı bulunur, değersizleştirilir. Öngörüler, kehanetler, isabetli gelecek senaryoları ise, ne zaman toplumsal değişiklik sancıları çekilse kaynak gösterilen distopyalara dönüşür, kutsal edebiyattan sayılır. Swastika Geceleri de işte böyle bir distopya. Sürekli referans göstererek sayfalarını eskittiğimiz 1984'e öncülük eden bu metnin Türkçeye çevilmesi, hele bugünlerde, güzel haber. (Nabokov'un distopyası Bend Sinister'ın da yakında çevrilmesi için istek notumu da buraya bırakmış olayım.)

 

Sıfırlanmış tarih

 

Swastika Geceleri, feminist distopya olarak sınıflandırılsa da, aslında Hıristiyan bağlamda bir baba-oğul miti. Hitler, savaşı kazanmış ve böylece tarih, bütün yazılı kayıtlarıyla sıfırlanmış. Swastika Geceleri, bu sıfırlanmış tarihin 700. yılında geçiyor. Babası Gök Gürültüsü Tanrısı'nın kafasının patlamasıyla yaratılmış uzun boylu, uzun saçlı bir tanrısal lider Hitler. Yani doğumunda bir kadın tarafından lekelenmemiş, kadının günahı ona geçmemiş. Nazizm, hem din hem de feodal bir yönetim biçimi. Hitler'in yeryüzündeki temsilcileri, İç Halka'da yer alan 12 şövalye. Şövalyelik babadan oğula geçiyor. Her Nazi, 30 yaşına gelmeden oğul sahibi olmaya mecbur. Tek işlevleri doğurmak olan kadınlar, Kadınlar Bölgesi'nde, kız çocuklarla birlikte yaşıyor. Erkek çocuklarına annelik etmeye layık olmadıkları için, oğulları ellerinden alınıyor, babalara veriliyor. Üç ayda bir götürüldükleri zorunlu ibadette, oğullarının yasını tutmalarına, bağırıp ağlamalarına izin veriliyor. Sonra yeni oğlanlar doğurmaya söz vererek, Kadınlar Bölgesi'ne geri dönüyorlar.

 

Katharine Burdekin, kadınların kurbanlaştırılmasını ve insanlıktan çıkarılmalarını tüyler ürpertici bir keskinle anlatıyor. Şimdi bir kurtçuktan biraz üstün bir varlık düşünün... Ruhu yok. İnsan değil, acı çekmez. Traş edilmiştir, saçsızdır kafası, çünkü saç utancıdır onun. Dengesiz bedeni acınası. Karın dışarıda, kalçalar yandan taşmış. Onu dört ayak üstünde yürütmeli, bebekken beynini çıkartmalı. Zaten aklı, zeki bir köpekten biraz fazla. İradesi, seçme ve reddetme hakkı yok. E bu hakları yoksa, uğradığı tecavüz, tecavüz sayılmıyor. Anaçlığı da hayvani, gırtlağından kopan çığlık, sızlanma ve ağlamalar da. Rahim, meme ve ciğerlerden ibaret bir hayvandan başka bir şey değil. Zaten hayvandan başka bir şey olması istenmiyor. Burdekin de, kadın karakterleri kahramanlaştırmıyor, onlara edilgen bir itaatten başka bir rol biçmiyor romanda. Bu da iki şeye neden olmuş, biri iyi biri kötü. Kadınlara kurtuluş tavsiyelerinin, romanda "seçilmiş kişi" rolündeki Alfred'in ağzından didaktik bir tonda verilmesi ve kadının toplumdaki değişiminin büyük ölçüde erkeklerin tavır değişimine bağlanması, alt tür olarak feminist distopyanın vaadinin havada kalmasına neden oluyor. Bu kötü olan. İyi olan ise, biçem ile ilgili. Kadın karakterlerin eksikliğinin yarattığı limbo, neredeyse Ophelia'sız ve Getrude'suz bir Hamlet deneyi gibi olmuş. Baba-oğul dinamiğini bu biçemsel tercih sayesinde mitleştirmiş Katharine Burdekin.

 

"Biz Almanız. Biz kutsalız. Biz kusursuzuz ve ölüyüz."

 

Patriarkanın cenneti olarak başlayan romanda, sırlar ortaya çıktıkça, kusursuz varoluşun tehdit altında olduğunu öğreniyoruz. Kadınlar, kendilerinden istendiği gibi sürekli erkek çocuk doğuruyorlar, kız çocuk doğmamaya başlar. Kız çocuk doğmaması demek, Nazizmin bitişi demek. Demokrasi, ancak savaş tehdidi olduğu müddetçe zaptedilebilir. Ancak, barış hali mecburen kalıcıdır. Artık savaş çıkmayacaktır çünkü bir kişiyi bile kaybetme riskini göze alamaz Şövalyeler. Bir Nazi'nin Almanya için ölme şansı dahi kalmamıştır. Oysa erkeklik adına arada sırada bir kahraman asker cenazesi kalkmalıdır. Sonun yaklaştığını hisseden Şövalye Von Hess, babasından kalan, Nazizmin sildiği bütün insanlık tarihini içinde barındıran kitabı, İngiliz Alfred'le İngiltere'ye yollar. Burdekin'in İngiltere'yi ütopya mekanı seçmesi şaşırtıcı değil şüphesiz. Ütopya, tıpkı bütün ütopyalar gibi sürgün yeridir. Erkek vârisi olmayan Von Hess'in Alfred'e tek nasihati olur:

 

"Oğullarını eğit. Oğlun var mı?
"Üç tane."
"Güzel. Üç oğlan daha yap. Ve diğer erkeklerin oğullarını eğit."

 

Knut Hamsun, Hitler için babacan bir tip demişti. Putin'in büyükbabası Stalin'in aşçısıymış. Katharine Burdekin diyor ki, "Erkekler kendilerini yönetebilecekleri güne kadar, körü körüne hükümete inanmaktansa bir babaya inansınlar, daha iyi." Daha mı iyi?

 


 

* Görsel: Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.