Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hollanda havası



Toplam oy: 909
Nescio // Çev. Gül Özlen
Soyka Yayınevi
Yoksulluk, savaş, bunalım veya yaratma kaygısı içindeyken bile keyif alınabilecek bir şeyler olduğunu göstermeye çalışıyor Nescio.

Jan Hendrik Frederik Grönloh ismi, çoğu kişiye bir şey ifade etmeyebilir. Fakat Nescio deyince, özellikle Hollanda civarında hayli tanınan bir yazar akla geliyor. Hollanda-Bombay Ticaret Şirketi’ndeki kariyerini etkilememesi için, Latince “bilmiyorum” anlamına gelen “Nescio” mahlasını kullanan Grönloh, ölümünden sonra ünlenenlerden. Yıllar geçtikçe Hollandalılar arasında tanınırlığı artan Nescio, belli başlı öyküleri “Beleşçi” ve “Küçük Titanlar”la Flemenkçenin en bilinen kalemlerinden birisi haline geldi. Bu iki öyküyü de kapsayan Amsterdam Hikayeleri, hem bilindik hem de yabancısı olunan Hollanda’yla buluşturuyor bizi.

Amsterdam Hikayeleri’nde Nescio, bir yandan kentin bir yandan da kitaptaki karakterler aracılığıyla kentte yaşayanların öyküsünü anlatıyor. Bol diyaloglu metinler toplamı, yazarın 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başındaki hanımefendi ve beyefendilerin sohbetlerine; hayatın içinde ve dışında kalanlara odaklanıyor. O rahat Hollanda havası, Nescio’nun satırlarının tamamına hâkim. İyimserlikle güçlenen bu rahatlık, sokaktaki felsefeyi getirip önümüze koyuyor. Bir anlamda hayatı tartışan ve ondan her koşulda keyif almaya çalışanlarla yüzleşiyoruz. Örneğin, sadece güzel bir havayı düşlüyorlar. Bu yalın hayal, kafasını işten kaldırmayan insanlara tepeden bakmayı ve onlar için üzülmeyi kolaylaştırıyor. Yoksulluğun verdiği güçle hayatta durdukları yeri de yorumluyorlar: “Biz dünyanın üstündeydik, dünya da bizim üstümüzde ve ağır baskı yapıyordu. Epey derinlerde çabalayan insanları görüyor, onları küçümsüyorduk, kibirli beyefendiler, özellikle o beyefendiler her zaman yoğundur ve hayatta çok başarılı olduğunu düşünür.”  

Zenginlerin Tanrısı’ndan medet ummayan ve yalnızca kendine güvenen bu küçük titanlar, dünyayı şaşırtmayı kafasına koymuş insanlar olarak resmediliyor Nescio tarafından. Böylece kimi fırçasını konuşturuyor kimi de kalemini…


Kitaptaki karakterler, neye özlem duyduğunu bilmese de yeni bir sanatın doğacağını veya başka hayatların yaşanacağını hissediyor. Çürüme çağının arifesinde, büyük şair olmanın ve ardından düşüşe geçmenin insanı yorduğunun da farkındalar. Hatta içi dolu bir aşk yaşamanın da…

Nescio’nun naif insan portreleri çizdiği kitapta, kişilerin birbirine hiçbir art niyet beslemeden baktığı ya da içten pazarlıklı biçimde yaklaşmadığı ortada. Beri yandan kitaptaki zaman dilimlerinde, günümüzdeki kadar değilse de kendine göre bir hareketlilik söz konusu. Mevcut koşturmaca, duyguları ifade edebilme ya da Nescio’nun deyişiyle “dünyayı fethetme” anlarında öne çıkıyor.

Metinlerin, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, savaş ortasında ve savaşın bitimini izleyen birkaç yılda yazıldığını dikkate aldığımızda, Nescio’nun, insanların zihnindeki sıkıntılardan bir parça umut çıkarmaya uğraşıp her şeye rağmen hayatın kimi olumlu yanlarını göstermeye çabaladığını fark ediyoruz. Kısacası yazar, Amsterdam Hikayeleri’nde, yoksulluk, savaş, bunalım veya yaratma kaygısı içindeyken bile keyif alınabilecek bir şeyler olduğunu göstermeye çalışıyor. 

 

 


 

 

 

Görsel: Esra Kalay

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.