Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hukuk devleti, Burroughs savunması ve şeytanın avukatlığı*



Toplam oy: 998
William S. Burroughs
Sel Yayıncılık

William Burroughs’un Yumuşak Makine’sine karşı açılan bu anlamsız dava ve gerekçe olarak gösterilen Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulunun raporu gündeme düştüğünden beri söylenebilecek pek çok şey söylendi aslında. En başta Sel Yayıncılık’ın açıklaması davanın muhteviyatına ilişkin yeterince şey söylüyordu zaten. Ancak tüm tepkilerin ardından ben yine de şeytanın avukatlığını yapmak gerektiğini düşünüyorum.

 

Söz konusu rapor kitabın yeni baskısının arka kapağı artık. Belki oradan başlamak gerekiyor çünkü Sel Yayıncılık’ın bu kararı, yalnızca temsili ve mizahi bir protesto değil. Çünkü rapor, “hukuk devleti”nin (tamlamanın içinde geçen her iki kavram da kitabın içeriğine ters!) komik duruma düşmesinden ibaret değil. Evet, devletin şu veya bu kurumu aracılığıyla edebiyat eleştirmenliğine de soyunması tehlikeli bir durum. (Bizde yeni sayılabilir ama devletin evrensel tarihi bakımından bir ilk de değil.) Ancak eleştirinin dayanakları ve içeriği bu durumdan çok daha çarpıcı ve çok daha fazlasını söylüyor. Bu yüzden arka kapakta o raporun bir bölümü. Kitabı kendi cephesinden gerçekten de anlattığı için.

 

Evet, bu kitap toplumumuzun ahlak yapısıyla bağdaşmıyor, halkın ar ve haya duygularını da incitiyor. Bu yüzden iyidir zaten. Çünkü raporda dendiği gibi “cinsi münasebetin aşikarlığını kabul etmeyen” toplumumuzun, söz konusu aile yapısıdır “korudukları” çocukları zehirleyen. Bu ülkede her 8 kız çocuğundan biri, daha 13 yaşına basmadan tecavüze uğruyor. Kim tarafından? O aile tarafından. İşin tecavüze varması da gerekmiyor, kadına şiddeti, aşağılamayı, hiyerarşiyi, itaati, kendi aklıyla düşünmemeyi… “İnsanın bayağı, adi, zayıf yönlerini” orada öğreniyor.

 

Bu durum yalnızca bize özgü değil. Burroughs ve Beat Kuşağı’nın isyan ettiği orta sınıf ahlakı, burjuva aile ahlakı Amerika’da da budur zaten. Bu yüzden raporda dendiği gibi “toplumlar varlıklarını koruyabilmek ve toplum organları bizzat bu normlara uymak zorunda oldukları gibi, toplumu bu konuda yönlendirme, ikaz etme, hatırlatma görev ve sorumluluğu ile de yükümlüdürler.” Çünkü tüm bu ahlak masalı tam bir ikiyüzlülükten ibarettir.

 

Ar ve haya’yı geçtik, davanın diğer gerekçesi olarak gösterilen Türk Milli Eğitim Kanunu var ki o belki de daha temel bir noktayı açıklıyor. Türk halkının Ermenilerden, Kürtlerden, Ruslardan ve dahi herkesten ve en başta kendinden nefret etmesinin nedenini. Belli ki bu işte başarılı da olmuş, eğittiği gençler bahsi geçen sorumlulukları harfiyen yerine getiriyor çünkü; kitabevi basıp 10 Kasım tarihinde işeyen çocuğun olduğu ajandaları “Türk milleti” adına toplatıyor, devlete ihbarlar yağdırıyorlar, çünkü bu ne de olsa yukarıda geçtiği gibi toplumsal bir sorumluluk.

 

Raporun suça teşvik kısmına gelince; bu kitabı taş çatlasa 1000 kişi okurdu, yasaklanması nedeniyle taş yine çatlasa 3000 bilemedin 5000 kişi okuyacak. Ancak toplanıp kimsesiz çocuklara tecavüz eden, her gün bir-iki kadın öldüren, o eğitim kanunda söylendiği gibi “teşebbüse değer verip” her gün bir-iki işçinin öldüğü iş yerlerini açan o 3000-5000 kişi değil, burası açıktır herhalde.

 

Oysa kadının tecavüzcüsüne aşık olduğu bir diziyi milyonlar izledi, esir alınıp hareme atılan bir kadının cariyelikten sultanlığa yükselişini, onu yükselten harem sahibinin ne yüce bir kişilik, ne ulu bir önder olduğunu da milyonlar izliyor. Racon değil kafa kesiyorsa gençler, sorumlusu yine ekranlarda “ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan”lar.

 

Gösteri Toplumu

 

Burroughs’un Cut-up üçlemesi bu tartışma nedeniyle müstehcenlik meselesine sıkışıp kaldı. Oysa işlediği “suç” müstehcenlikten ibaret değil. Özellikle serinin diğer kitaplarında tam da şimdi kendini yasaklamaya çalışan ‘devlet’e ve isim babası olduğu ‘gösteri toplumu’na ilişkin önemli göndermeler içeren bir üçleme.

 

“Temel nova mekanizması çok basittir: Her zaman mümkün olduğunca çözülmez çatışma yarat ve her zaman hali hazırdaki çatışmaları tırmandır – Bu ise yaşam formlarını aynı gezegende birbiriyle bağdaşmayan var oluş durumlarında yığarak yapılır” diyor Burroughs.

 

Şeytanın avukatlığı demiştim; kitap savunulurken de bu “gösteri toplumu”na denk düşer, biraz Burroughs’un içinden çıktığı Amerikan toplumuna benzer bir görüntü de ortaya çıkıyor. Giderek ABD’nin iki partili diktatörlüğüne benzer bir hal alıyor sistemimiz. Biraz kendimize özgü, demokratı az, cumhuriyetçi-muhafazakarı bol haliyle. Dün 12 Eylül’den bizi “kurtaran” muhafazakar demokratlar, statükocu cumhuriyetçiler vardı, şimdi ilki gerçekten iktidar olunca, muhafazakarlarımıza karşı “cumhuriyetçi demokratlarımız” var artık. (Eski bir devlet partimiz de Amerikalıların “Çay Partisi”ne ya da “püskevit partisine” dönüşüyor hızla.) Yumuşak Makine tartışması da müstehcenlikle sınırlanırken bu çembere hapsoluyor.

 

Oysa ne yasa, ne kurul, ne rapor ne de tarih öyle demiyor. Bu kitap ancak 40 yıl sonra basılabildi, bu bir kenara not düşülmeli. Keza o kurulun 1927 tarihli ve bugüne kadar hemen hemen hiç değişmeyen bir yasayla kurulmuş olduğu da. Yani mesele “İran Rejimi” değil. Gösteri süredursun, bu rejim bu halka ne okuyup ne okumayacağını daha en başından beri söylüyor. Seçmekle sınırlı demokrasisi yetmezmiş gibi, daha yeni kimi seçip kimi seçemeyeceğini söylemeye kalkması gibi. Hukuk devleti ya da polis devleti bu menem bir şey işte. Bu yüzden Burroughs bu tablonun tarafı değil, önümüzdeki seçimlerde de “bağımsız” aday. Savunmaya da avukatıyla değil, resimdeki gibi geliyor. Okuyacaksanız bu yüzden okuyun Burroughs’u.

 

Kutsal Üçleme


Bu devlet Nova Çetesi gibi garip tartışmalar, garip tartışmalar garip savunular üretiyor. Birileri “İşeyen Çocuk niye takvimde 10 Kasım tarihinde duruyor?” diyor, basit matematik anlatmak zorunda hissediyoruz. Halbuki o çocuk “Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı” olmayabilmeli. İnternet sitelerinin isimleri yasaklanıyor, “kanalistanbul” sitesi de listeye giriyor diye haber yapıyor gazeteler. (Gerçi o gazeteler Bin Ladin’le ilgili “Öldürdük, denize attık” açıklamasının altına “Biz yapamadık, tüh bize” de diyebiliyorlar o ayrı.)

 

Tek suçlu devlet değil; devlet bu toplumu, bu toplum bu devleti üretiyor. “Gey” kelimesini, “sarışın” kelimesini müstehcen buluyor devlet ama o kelimeleri pornografi kapsamına alan yalnız kendisi değil, “internet kullanıcıları” ve “servis sağlayıcıları”, müşteri ve satıcılar aynı zamanda. “Sarışın” bir seks objesi çünkü bütün kadınlar da öyle. Erkeğin erkekle ilişkisi durumu ise daha da karmaşık; “bu kelime ne arıyor listede?” diye yapılan haberlerin içinde “gey” yer almıyor. Çünkü ilişki sahip olmaktan, sahip olmak ise seksten, seks ise o malum kelimeden ibaret, o malum kelime ise kötülük, cezalandırma, ezme, haddini bildirme gibi anlamlara geliyor dilimizde. Bu ise yalnızca kadınlara reva! Bizim ahlakı düzgün toplumumuz bu.

 

Çocuklarımızı koruyacaksak eğer, bu toplumdan korumalı. Bunun için de Cut-up Üçlemesi değil, “konu ve anlatım bütünlüğü” içindeki kutsal üçleme; Aile, Devlet ve Özel Mülkiyet Üçlemesi dava konusu olmalı. Bu yüzden okuyun Burroughs’u, Kurul’un arka kapak yazısıyla.

 

* Yeni Harman'ın Mayıs sayısından alınmıştır.


 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.