“Aynalara bakmak kime bakmaktır?” diye sorar şair. İnsan kendini yine insanda, bir başkasında, ötekinde tanır. Başkasıyla kurduğumuz ilişkinin doğası bize kim olduğumuzu da söyler. O nedenle, ne zaman aynaya baksak herkes orada: 12 Eylül, gözaltında kaybolanlar, Diyarbakır Cezaevi, ölüm oruçları, faili meçhuller, Halepçe, Maraş, Sivas, Roboski, kardeşimiz Hrant ve daha niceleri... Ercan Kesal, “aynalara bakma, aynalar fenalık” diyen şairin sözünü tutmayıp yüzünü aynalara sürmeye devam ediyor. Karşılaşacağımız şeyler ne kadar fena olursa olsun, aynalara bakıp kendimizi ve birbirimizi tanımanın uzun şiiri yazmayı inatla ve umutla sürdürüyor.
Sözün burasında Cin Aynası’nın kurdelasını keselim. Ercan Kesal’ın kahir ekseriyeti BirGün Pazar'da yayımlanan köşe yazıları ve denemeleri derlenip toparlandı, Cin Aynası’ndan parlamaya başladı. Sebeb-i telif olmak üzere yazılmış bir “Girizgâh” ile başlayan denemeler, ana çatısını yakın siyasi tarihimizin vicdan muhasebesinin oluşturduğu bir temaya göre “Var Gir Ölüm”, “Prometheus’tan Bugüne”, “Analardır Adam Eden Adamı” üst başlıklarında toplanmış. “Işıkla Karanlık Arasında” ve “Artistlik Yapmayan Artisttir” bölümlerinin odağında ise Kesal’ın şahsi geçmişi ve sinemaya dair anı ve gözlemleri bulunuyor.
Öğrenci evleri neden hep hüzün verir insana?
Süleyman Nazif, gazetecilik için “ömürsüz meslek” der; “bir şair bir mısra yazar, asırlarca söylenir. Biz sütunlarca makale yazarız ancak yirmi dört saat yaşar,” diye söylenir. Hakikaten, gazete köşelerinin edebiyattan sayılıp sayılmayacağı teorisyenlere epey mesai yaptırır bir meseledir. Ne ki, bugün Süleyman Nazif’e de, Ahmet Rasim ve daha nice yazarımıza da gazete arşivlerinde rast gelmeye aşinayız. Ercan Kesal’ın bu derlemedeki denemeleri de, gazete yazıları kategorisinden çok deneme türüne yakındır diyebiliriz. Nitekim Kesal, denemelerinde ele alacağı konuya bir muharrir gibi değil de bir edip gibi yaklaşıyor. Belki sinemacı bakışına sahip olduğundan, belki zihni irtibatlar ve ilişkiler üzerine çalıştığındandır bilinmez, konuya şahsi geçmişinden girerek meseleyi toplumsal boyutuna yerleştirir. Ya da tam tersine, toplumsal düzlemden sözü açıp onu yoğura yoğura şahsi bir yaranın üzerine merhem yapar. Ercan Kesal’ın hatıralarını yeniden icat ederek, onları dramatik bir forma sokarak yazdığı bu denemelerin hüzünlü bir güzelliği var. Öyküleyen, hikaye eden, anekdotları birbirine ulayan ama göğsünde taşıdığı esas derdi de hafife almayan denemeler bunlar.
Denemelerdeki hüzünlü güzellik kitabın ikinci yarısında kendi daha çok belli ediyor. Kesal’ın zorunlu hizmet yılları, unutulmuş bir kasabada var olma çabası, kasaba eşrafının küçük dünyasının dakik hiyerarşisi, tıbbiye yılları -öğrenci evleri neden hep hüzün verir insana?-, Avanoslu çocuğun gazoz şişesi yıkadığı yıllar, kitaplarla ve sinemayla tanışması, Metin Erksan’la hafta sonu gezmeleri, yönetmenlere ve sinemaya dair notlar kitabın ikinci yarısını oluşturuyor. Bizim oraların bir türküsünde geçen bir mısra vardır; söylediğinden çok daha fazlasına, teslim olunmuş bir acıya, o acıyı sevmeye nasıl da güzel işaret eder. Kesal’ın denemelerinde de bu hüzünlü güzelliğin lezzeti var. Mısrayı da söyleyeyim: “Sordum seni çeşmeye, suyu bulanık aktı.”
Görsel: Muhammed Ali Üzen
Yeni yorum gönder