Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hüzünlü güzellik



Toplam oy: 631
Ercan Kesal
İletişim Yayıncılık
Ercan Kesal, karşılaşacağımız şeyler ne kadar fena olursa olsun, aynalara bakıp kendimizi ve birbirimizi tanımanın uzun şiiri yazmayı inatla ve umutla sürdürüyor.

“Aynalara bakmak kime bakmaktır?” diye sorar şair. İnsan kendini yine insanda, bir başkasında, ötekinde tanır. Başkasıyla kurduğumuz ilişkinin doğası bize kim olduğumuzu da söyler. O nedenle, ne zaman aynaya baksak herkes orada: 12 Eylül, gözaltında kaybolanlar, Diyarbakır Cezaevi, ölüm oruçları, faili meçhuller, Halepçe, Maraş, Sivas, Roboski, kardeşimiz Hrant ve daha niceleri... Ercan Kesal, “aynalara bakma, aynalar fenalık” diyen şairin sözünü tutmayıp yüzünü aynalara sürmeye devam ediyor. Karşılaşacağımız şeyler ne kadar fena olursa olsun, aynalara bakıp kendimizi ve birbirimizi tanımanın uzun şiiri yazmayı inatla ve umutla sürdürüyor.


Sözün burasında Cin Aynası’nın kurdelasını keselim. Ercan Kesal’ın kahir ekseriyeti BirGün Pazar'da yayımlanan köşe yazıları ve denemeleri derlenip toparlandı, Cin Aynası’ndan parlamaya başladı. Sebeb-i telif olmak üzere yazılmış bir “Girizgâh” ile başlayan denemeler, ana çatısını yakın siyasi tarihimizin vicdan muhasebesinin oluşturduğu bir temaya göre “Var Gir Ölüm”, “Prometheus’tan Bugüne”, “Analardır Adam Eden Adamı” üst başlıklarında toplanmış. “Işıkla Karanlık Arasında” ve “Artistlik Yapmayan Artisttir” bölümlerinin odağında ise Kesal’ın şahsi geçmişi ve sinemaya dair anı ve gözlemleri bulunuyor.

Öğrenci evleri neden hep hüzün verir insana?


Süleyman Nazif, gazetecilik için “ömürsüz meslek” der; “bir şair bir mısra yazar, asırlarca söylenir. Biz sütunlarca makale yazarız ancak yirmi dört saat yaşar,” diye söylenir. Hakikaten, gazete köşelerinin edebiyattan sayılıp sayılmayacağı teorisyenlere epey mesai yaptırır bir meseledir. Ne ki, bugün Süleyman Nazif’e de, Ahmet Rasim ve daha nice yazarımıza da gazete arşivlerinde rast gelmeye aşinayız. Ercan Kesal’ın bu derlemedeki denemeleri de, gazete yazıları kategorisinden çok deneme türüne yakındır diyebiliriz. Nitekim Kesal, denemelerinde ele alacağı konuya bir muharrir gibi değil de bir edip gibi yaklaşıyor. Belki sinemacı bakışına sahip olduğundan, belki zihni irtibatlar ve ilişkiler üzerine çalıştığındandır bilinmez, konuya şahsi geçmişinden girerek meseleyi toplumsal boyutuna yerleştirir. Ya da tam tersine, toplumsal düzlemden sözü açıp onu yoğura yoğura şahsi bir yaranın üzerine merhem yapar. Ercan Kesal’ın hatıralarını yeniden icat ederek, onları dramatik bir forma sokarak yazdığı bu denemelerin hüzünlü bir güzelliği var. Öyküleyen, hikaye eden, anekdotları birbirine ulayan ama göğsünde taşıdığı esas derdi de hafife almayan denemeler bunlar.


Denemelerdeki hüzünlü güzellik kitabın ikinci yarısında kendi daha çok belli ediyor. Kesal’ın zorunlu hizmet yılları, unutulmuş bir kasabada var olma çabası, kasaba eşrafının küçük dünyasının dakik hiyerarşisi, tıbbiye yılları -öğrenci evleri neden hep hüzün verir insana?-, Avanoslu çocuğun gazoz şişesi yıkadığı yıllar, kitaplarla ve sinemayla tanışması, Metin Erksan’la hafta sonu gezmeleri, yönetmenlere ve sinemaya dair notlar kitabın ikinci yarısını oluşturuyor. Bizim oraların bir türküsünde geçen bir mısra vardır; söylediğinden çok daha fazlasına, teslim olunmuş bir acıya, o acıyı sevmeye nasıl da güzel işaret eder. Kesal’ın denemelerinde de bu hüzünlü güzelliğin lezzeti var. Mısrayı da söyleyeyim: “Sordum seni çeşmeye, suyu bulanık aktı.”

 

 

 

 


 

 

Görsel: Muhammed Ali Üzen

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.