Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Huzursuzluğumuzu nereye kapatalım?



Toplam oy: 749
Guillermo Rosales // Çev. Gökhan Aksay
Jaguar Kitap
Nefretle yazılan bir roman bu. Yazar öfkesini, hıncını, felaketini, “gerçekliği bir felaket olarak algıladığı”nı ortaya koyuyor, kabul ediyor.

Akıl hastanesi, hapishane, “kamp”, bakımevi, huzurevi, düşkünlerevi, belki bazen insanın kendi evi… İnsanın toplu olarak koğuşlara, yatakhanelere ya da tek başına, tamamen tecrit edilerek hücreye kapatılmasının türlü nedenleri ve kapatıldığı bu yerlerin farklı isim ve işlevleri olabiliyor. Ne isimle anıldıklarının pek bir önemi yok; öyle ki, isimleri süslenip püslense de, kapatılanlar huzursuzsa hiçbir şey göz boyamaya yetmiyor.


Küba’nın unutulmuş yazarı Guillermo Rosales, otobiyografik öğeler taşıyan romanında, bu kapatılma yerlerinden birini –romanının başlığına da taşıyarak– “Felaketzedeler Evi” olarak anıyor. Çünkü onun metninin anlatıcısı/kahramanı William Figueras, daha bakımevine varmadan bile huzursuz: “Dışarıda bakımevi diyorlardı oraya, ama mezarım olacağını biliyordum ben.” İşte ilk sayfada, “bundan iyisi can sağlığı” diyen halası tarafından mezarına götürülürken tanışıyoruz onunla.


William Figueras’ın bakımevi günlerini okuduğumuz bu kısa anlatıda, sürgün olma durumu da “düşkün” olma durumu kadar altı özellikle çizilen bir husus. Figueras’ın, bakımevi diye anılan bu berbat yere düşmesi onun tek “felaket”i değil. Felaketler, onun Kübalı bir sürgün olmasıyla çiftleniyor. Ancak onun sürgünlüğü Küba’dan ayrılıp Miami’ye gelmesinden, yani yurdundan uzakta ya da vatansız olma durumundan da ibaret değil. Roman kahramanının daha ilk başta ortaya koyduğu düşünceler onun sürgünlüğünün vatansızlıktan fazlası olduğunu, içinde bulunduğu ruhsal sürgünü ve sıkışmayı/kapatılmayı gösteriyor: “Altı ay önce Küba adasının kültüründen, müziğinden, edebiyatından, televizyonundan, spor faaliyetlerinden, tarihinden ve felsefesinden kaçarak kapağı attığım Miami’de kapılandığım deliler koğuşu sayısı üçün üzerinde olmalı. Siyasi sürgün değilim. Topyekûn sürgünüm. Başka bir yerde, sözgelimi Brezilya, İspanya, Venezüella ya da İskandinavya’da doğmuş olsaydım oranın sokaklarından, limanlarından ve çayırlarından da kaçıyor olurdum diye düşünüyorum bazen.”

 

Anlatıcının iç huzursuzluğunu gösteren bu satırlar bir yana, rüyalarından sızanlar (tabuttaki Fidel Castro örneğin), onun, ne yaşadığı yerin tarihiyle ne de kendi geçmişiyle hesaplaşamadığını ve onu bakımevine, biz okurlarıysa “kapatılma” meselesine “düşüren” temel meselenin bu hesaplaşma süreci olduğunu hissettiriyor. Ve anlatıcının/anlatının huzursuzluğu, bıkmışlık, sıkışmışlık hissi okura doğrudan ulaşıyor.

 

 

“İyileşme arayışı”

 

Kitabın son sayfalarındaki Ivette Leyva Martinez’in değerlendirme yazısında aktarıldığına göre, yazarının da kabul ettiği üzere, “nefretle yazılan bir roman” bu. Yazar öfkesini, hıncını, felaketini, –yine Martinez’den alıntılayacak olursak– “gerçekliği bir felaket olarak algıladığı”nı ortaya koyuyor, kabul ediyor. Karakteri William Figueras’ın bu sevgisiz, hırçın, vazgeçmiş “anti-kahramanın” ustalıklı portresini önümüze seriyor Guillermo Rosales. Bunun aslında bir otoportre sayılacağı da aşikar. Felaketzedeler Evi’nin kadın konuklarından Francis’in çizdikleri gibi sade ve kendini/özünü dolandırmadan anlatan bir oto/portre. Francis’in çizimleri arasında gördüğü kendi portresini tarif ederken şöyle diyor anlatıcı/kahraman Figueras: “Bakımevinin bütün sakinleri var. Hepimizi çizmiş: İşte (…) nihayet, hem sert hem de hüzünlü çehresiyle bendeniz. Muhteşem! Hepimizin ruhunu koymuş ortaya.”


Francis’le tanışıp onunla beraber olduktan sonra kapıldığı hayaller, yeniden özgürlüğü düşlemesi ve başına dert/bela açma ihtimaline rağmen bunun için adım atması ancak Francis’i kaybettiğini anlayınca tekrar bakımevinde kalakalması karakterimiz Figueras’ın gelgitli ruh halinin izlerini takip etmeye vesile oluyor ve aslında Figueras’ın “iyileşme arayışı”nı da gösteriyor. Kitabın sonundaki değerlendirme yazısında Martinez’in aktardıklarıysa, bir kere daha yazarın kahramanıyla benzerliğini ortaya koyuyor. Yazar Guillermo Rosales’in kendisini sağaltma çabasına dair bu yazıda aktarılanlardan bir kısmı şöyle: “Barut fıçısı gibiymiş. Küçümsemeye varan kırıcılığından, alınganlığından, karşısındakine vurmaya kadar giden hırçınlığından, kimi zaman bunu kendisine en yakın insanlara bile yaptığından söz ediyorlar. Ertesi gün bunu yaptığından pişman olur, bunu yaptığı insanın kapısını çalarmış. Izdırap çekiyor ama kendisini sağaltmayı beceremiyormuş. Belli aralıklarla şizofreni krizleri geçiyormuş…”

 

Yazar Rosales için de, kendi yaşamından yola çıkarak anlattığı bu “hayat hikayesi”nin kahramanı Figueras için de sorulacak sorular benzer. Kendisini ziyarete gelen tek arkadaşıyla Hemingway’in diyarlarına yolculuk hayalleri kuran, İngiliz şairleri okuyan, resimle ilgilenen, içindeki öfke ve hınç yer yer şiddete dönüşen William Figueras’ın yeri “Felaketzedeler Evi” mi olmalıydı? Peki yetenekli bir elden çıktığı belli olan bu oto/portrenin çizeri, William Figueras’ın yaratıcısı Kübalı Guillermo Rosales, ızdıraplarını “kaçıklar” diye andığı insanların mukimi olduğu berbat bir “bakımevi(!)”nde mi sağaltacaktı.

 

 

 


 

 


Görsel: Muhammed Ali Üzen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.