“Bence bütün çocukları mezarda doğurup hemen gömmek lazım. Hiç yorulmamış olurlar.” Daha’daki bu cümleyi herhangi bir Hakan Günday kitabının içine koysanız da yerini rahatlıkla bulur. Dünya aynı dünya. Aynı, çünkü çekilir gibi değil bu hayat! Okuması, hazmetmesi bile zor. Bir yumruk boğazınıza iniyor, diğeri suratınıza, midenize çalışıyor. Ama önce bu “sert hikaye” klişelerinden vazgeçelim, hayatın sert yanlarını anlatmıyor Günday’ın romanları; yakından bakarsan “Hayat zaten bu,” diyor. Hangi mesafeden baktığın önemli. Yoksa, Gazâ’nın dediği gibi, “Belgesellerde izliyorduk, Dünya uzaktan ne kadar güzel görünüyordu değil mi!” Değil. Yakından hiç değil!
“İçinden insan geçen bir lağım”ın hikayesi Daha. İnsan kaçakçılığını ya da haberlerden dilimize geçmiş şekliyle “insanlık dramını” “kötü”lerin, yani kaçak göçmenleri kaçıranların tarafından anlatıyor. Daha doğrusu “kötü”nün zihnini, kalbini ve kötülüğün başlangıcını görüyoruz. Yani insanın kendisini…
Her sayfadan cesetler taşıyor, her cümle ölü kokuyor. Dahası, her umut ölü kokuyor. Ölü doğuyor. “İnsanın kullandığı ilk alet, başka bir insandı,” cümlesini kuracak kadar erken başlıyor hayata Gazâ. Babası insan kaçakçısı olunca o da çocuk yaşta tanışıyor bu umutsuz yolculuklarla. Evlerinden kalkıp binlerce kilometre uzakta hiç var olmamış, hiçbir zaman da olmayacak bir hayatın peşinden giden ve yok olan insanların yolculukları Gazâ’nın hayatından, evinden, zihninden, kalbinden, geleceğinden, en çok da geçmişinden geçiyor. Geçmişi onun hayatı, onun sonu oluyor.
Günday, Gazâ’da tüm dünyanın rutine dönüşmüş acısını gösteriyor. Bir insanın acısı dünyanın acısı değil mi zaten! Schopenhauer’in kötümserliğini kanıtlarcasına bir hayat Gazâ’nınki de. Kısacık bir yaşam, hepi topu bir çocukluk, gençlik harcanıyor! Ama hikayesine girdiğiniz an insanlık tarihinde dolaşıyor, mezhep savaşlarına, demokrasi yalanına, yönetim şekillerine, deneylere, psikoterapi seanslarına, diplomatik ilişkilere, Doğu-Batı ayrımına, savaşlara, kıtalar arası yolculuklara bulaşıyorsunuz. Kaçakları tuttukları o karanlık deponun kokuşmuşluğu dünyanın özeti aslında. Tüm o ikiyüzlülüğün ardındaki hayat… Haberlerde, yardım davetlerinde, savaşla, açlıkla, yoksullukla mücadele ediyor gözüken büyük insanların cümlelerinde, özel günlerdeki yardımlaşma çağrılarında, sokakta, vicdanımızı her rahatlattığımızda yaşadığımız yalanın kendisi tam da o yollarda başına bin bir türlü bela gelen, aç bırakılan, tecavüz edilen, hastalanan, öldürülen milyonlarca çocuk, kadın, erkek.
İnsanlık tarihinin sabıkası
Dünya nefret dolu… Gazâ da öyle. Kaçak göçmenlerden, onlar yüzünden yiten hayatından, onun yüzünden yiten hayatlardan, doğduğu an kendisini öldürmek isteyen annesinden, onu kullanmak isteyen herkesten nefret ediyor. Bankada gördüğü yaşlı adamdan bile nefret ediyor. İğreniyor. Çünkü o yaşlının yüzünde yakaladığı ifadeyi tanıyor. Kendisi gibi korktuğunu biliyor. Onun gibi yalnız olmaktan korkuyor. Çok korkuyor. Ve “nefretin korkakların intikamı olduğunu” biliyor. O yüzden daha fazla nefret ediyor. Daha çok korkuyor. Devletten, politikadan, bürokrasiden de nefret ediyor. Basit olan şeyin farkında, “Devlet bir kelimedir. İnsan öldürür.” İnsandan nefret ediyor. En çok da babasından... Yaşadığı hayatın sorumlusu olan babası... Kaçaklarla birlikte gömüldüğü karanlığının sorumlusu… Ve anlayamıyor, “Bir insandan bu kadar nefret etmek ve onun tarafından önemsenmeyi bu kadar istemek, aynı anda nasıl mümkün oluyordu?” Dokunmaktan da nefret ediyor. Çünkü cesetlerin içinden çıkan, ölülerin arasında büyüyen bir çocuk Gazâ. Yaşamak ve ölmek arasında belki de bugüne kadar kurulmuş en net cümleyi o yüzden Gazâ kuruyor: “Doğmakta olan bir bebeği çıktığı yere geri sokmak için karşı konulmaz bir istek duyabileceğimden emindim.” Yaşamak mı demiştiniz!
Geçmişinden kurtulamayan, kurtarılmayı bekleyen, “derisinin dışında bir hayat kuramayan,” delilik ile hayat arasında gidip gelen bir erkek/çocuk Gazâ. Son sayfaya kadar kendisiyle hesaplaşırken geri adım dahi atmıyor, arınmayı yine geçmişiyle gerçekleştiriyor. İntikamını hayattan almak istiyor. Belki de o yüzden hayatın anlamına, “her şey bir inat meselesi” cevabını veriyor. Büyümenin ne menem bir şey olduğunu büyümeden tadıyor, “büyük adam olmak” içinse önündeki engel kendisi, daha doğrusu geçmişi. Uzun bir süre yanından ayrılmayan, bir bakıma vicdanı olan Cuma ve onun bıraktığı kağıttan kurbağası hayatla tek bağı belki de. Bir de aklından çıkmayan o görüntüler; annesinin elbisesi, Buda heykelleri, Dordor ve Harmin’le anıları, depodaki “dünyanın en güzel kızı” ve cesetler…
Günday, on beş yılı eşsiz bir şekilde anlatırken karakterin zihninden bir ülkeye, insanlığa giden yollar inşa ediyor ve o yollar üzerindeki suçluluk ve ikiyüzlülükle baş başa bırakıyor okuyucusunu. Kusursuz bir şekilde kurduğu hikaye kurgusu hiçbir cümlenin boş kalmamasını sağlıyor. Dili öylesine hareketli kullanıyor ki, her gerilim yarattığında yeni bir katman oluşturmayı beceriyor, hikaye içinde hikayeler açarak adeta insanlık tarihinin sabıkasını ortaya döküyor. Linç kültürü üzerine yazdığı bölümleri ayrı bir kitap olarak basmak bile mümkün. Daha da önemlisi “nedensiz şiddet”in nedenini aramak gibi zor bir işin altından da kalkıyor. Ve çok uzun bir süre, hatta hiçbir zaman aklımızdan çıkmayacak sahneler kuruyor. Gazâ’nın göçmenlere nefret kustuğu, “neden evinizde oturmuyorsunuz,” diye söylendiği bölüm, Spike Lee’nin 25. Saat’teki ayna karşısındaki monolog sahnesini hatırlatıyor. Kitabın önemli bir kısmını kapsayan “depodaki deney” bölümünde W. Golding’in Sineklerin Tanrısı, M. Giordano’nun Deney, A. Christie’nin Ölüm Oyunu gibi romanları geliyor akla. Zaten roman boyunca “itaat”, “otorite”, “güç”, “özgür irade” gibi kavramları sorguluyor Günday. Önceki kitabı Az’la ilgili Günday’a sıkça sorulan soru yine karşımıza çıkacak büyük ihtimalle: “İnsan bu kadar çok şeyi yaşar mı?” Yaşamıyor muyuz?
O yüzden bir hikayesi yok, herhangi bir türe ait değil Günday’ın romanları. Daha da öyle. Yine insan denen mahlukatın içini deşiyor, en acıtan yerlerini dışarıya akıtıyor. Daha fazla acı, daha fazla insan eti, daha fazla gerçek.
Yeni yorum gönder