Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İçler acısı bir yanılgı



Toplam oy: 796
Gert Jonke // Çev. Barış Tut
Everest Yayınları
Geride kalan her şeyin çok saçma gözüktüğü bir uzaklığa varmak hepimiz için mümkün. Viyana'nın Sistemi bize bu konuda ilham verebilir.

Temas ettiğimiz herkesin ve her şeyin birbirleriyle rastlantısal ilişkiler kurup bu kaotik rastlantısallık içinde aslında tek bir şey değil de, birçok şey ve hiçbir şey olduğu bir dünyada yaşamamıza rağmen, bu çokbilinmeyenli denklemi kabullenmek yerine, onu açıklamaya meyilliyiz. Bu yüzden bir şeylerin eksik kaldığını sezdiğimiz halde, sırf her yönüyle idrak ettiğimizi sandığımız bir dünyada kendimizi güvende hissedebilmek için, herkesi ve her şeyi tek bir şeye indirgiyoruz. Uzaktan çok komik gözüküyor olmalıyız, ki geride kalan her şeyin çok saçma gözüktüğü o uzaklığa varmak aslında hepimiz için mümkün zaten. Gert Jonke’nin Viyana’nın Sistemi kitabı bize bu konuda ilham verebilir: “Biliyor musunuz, başbakanın güvendiği kişi olmam, özellikle de bu kişinin ben olması bazen bana çok tuhaf geliyor, bazen hiç de başbakanın güvendiği kişi olmadığıma, bunun içler acısı bir yanılgı olduğuna, gerçekte bambaşka birinin başbakanın güvendiği kişi olduğuna inanıyorum. Başbakana da bazen böyle gelir. Başbakan bir defasında bana, başbakan oluşunun, özellikle de kendisinin başbakan oluşunun ona bazen çok tuhaf geldiğini söyledi. Bazen de kesinlikle başbakan olmadığına, onun başbakan oluşunun içler acısı bir yanılgı olduğuna ve gerçekte büyük olasılıkla bambaşka bir kişinin başbakan olduğuna inandığını belirtiyor. Ama sonra, başbakan birdenbire kendisini topluyor ve bana, güvendiği kişiye, elbette ki kendisinin başbakan olduğunu, başbakanın başbakan olmamak gibi bir fikre nasıl kapılmış olabileceğini söylüyor.”

 

 

Hikayedeki boşlukları (Evet, Viyana’nın Sistemi insanın aklına Hakan Bıçakcı’nın benzer bir hissiyatı pekiştiren öykü derlemesini getiriyor) göstererek hiçbir yere gitmeyen çılgın bir tramvayla ilerleyen kitap, yukarıda da görebileceğiniz gibi, bunu aynı kelimeleri sık sık tekrarlayarak yapıyor. Arka kapakta yazarın klasik müzik eğitimi almış bir piyanist olduğu hatırlatılarak işaret edilen ve “büyüleyici bir müzikal ritim” denilerek altı çizilen bu durum, kelimeleri anlamlarından soymak için seçilmiş bir yol da olabilir pekala. Ne demek istediğimi, çocukken bir kelimeyi en sonunda, “Bu şeye böyle denilmesi ne kadar da saçma!” diyecek kadar tekrarlayanlar anlayacaktır.

 

Bizi Fransa Büyükelçiliği’nin yanlış yere yapıldığına inanan bir adamla, Avusturya politikasını yönettiğini sanan bir balık tüccarıyla ve daha niceleriyle tanıştırarak, hayatlarımızın saçmalığını vurgulayan bir kitabın raflardaki yerini “saçma” sıfatını sırtlanarak alması kaçınılmaz elbette. Gert Jonke de bu ihtimalin farkında olmalı ki, başbakanın güvendiği kişinin kahramanımıza verdiği kitabın adını “Viyana’nın Sistemi” koyuyor, ardından da kitabı çöpe attırıyor. Böylece kendi kendisinin sağlamasını yapıyor belki de: “Başbakanın güvendiği kişinin bana sunduğu kitabı ilk çöp kutusunun içine koydum. Çok sıcak bir gün oldu ve bir kitabı koltukaltımda taşımayı çok zahmetli, rahatsız edici, ayrıca gereksiz hissettim. Kitabın adı: Viyana’nın Sistemi."

 

 


 

* Görsel: Emre Karacan

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.